Akademisyen, yazar ve siyasetçi Yasin Aktay ile Türk dış politikasına, Orta Doğu gündemine ve bütün bir İslam coğrafyasına dair, Türkiye’yi merkeze alarak güncel ve kapsayıcı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yasin Aktay: Türkiye, İslam Dünyasının İstikrarı İçin Takipçi Olacak
SÖYLEŞİ: ERAY SARIÇAM
Türkiye’nin, Osmanlı ve Selçuklu mirasıyla geçmişte hâkim oldukları topraklar üzerinde bugün elliye yakın devlet kurulmuş halde. Bu topraklarda önemli bir tarihsel mirasımız var. Biraz kendimize geldikçe bu topraklar Türkiye’yi hatırlamaya başlıyorlar
Geçtiğimiz yüzyılın başlarından beri Müslümanlar gerçekten de başsız ve herhangi bir Müslümanın dünyada hakkını savunacak birinin olmaması gibi bir durumla algılanıyor
Genel olarak ilkeli siyaset yapmak Türkiye’nin marka değerini yükseltiyor ve bu yüzden uluslararası ittifaklarında genellikle kazandıran bir ülke olarak göze çarpıyor
Hocam, uzun zamandır İslam coğrafyası üzerinden “sorunlu bir İslam” portresi çıkarılmaya çalışılıyor. Sanki Orta Doğu’daki sorunların kaynağı İslam’mış gibi bir algı hâkim Batı medyasında. Bu duruma karşı sizce Türkiye’nin ajandasında neler var, ne gibi çalışmalar yürütüyoruz yahut yürütmeliyiz? Bize Türkiye’nin olası yol haritasından bahseder misiniz?
Avrupa-merkezli bir dünya var. Coğrafyamızın konumlanışı da bu merkeziliğin bir ifadesi. Ortadoğu’nun sürekli olarak sorunlu olarak ifade edilmesi bu algının bir parçası. Ama aynı zamanda Orta Doğu’yu idare etmelerinin bir sonucu da bu huzursuzluk, bu sorunluluk oluyor. Bir yer veya insan ne kadar sorunluyla o kadar müdahaleyi, dışarıdan yönetilmeyi hakkediyor. Sorunluluk söylemi aynı zamanda bir iktidar, tahakküm iradesinin bir sonucudur. Üstelik en az yüzyıldır doğrudan belki iki yüz yıldır da dolaylı olarak onlar yönetiyor bu coğrafyayı. En az yüzyıldır İslam’ın bu coğrafya üzerinde doğrudan bir müdahalesi bir yönetimi de yoktur. I. Dünya Savaşı’ndan itibaren bu coğrafya da İslam’ın politik toplumsal bedeni çözülmüş, Müslüman toplum bir tür bedensiz organlar kalabalığına dönüşmüştür. Daha da kötüsü bu bedensiz organlar Batılı siyasal veya toplumsal bedene birer organ olmuşlardır. Ruhları veya mensubiyetleri hayali bir İslam bedenine ait olsa da bu böyle. Ortadoğu’da yaşanan hiçbir şeyin sorumluluğu bugün İslam’a hatta Müslümanlara bile ait değildir. Müslümanlar Müslüman olarak bu coğrafyada hiçbir söze veya hakka ve iradeye sahip değiller. Müslümanların Arap Baharı ile birlikte bir şekilde ayağa kalkarak kendi bedenlerini bulmaya çalıştıklarının nasıl sonuçlandığını gördük. İslam dünyasında demokrasinin, insan haklarının yokluğunu İslam’ın kültürüne bağlayan oryantalist söylemlere mukabil Arap devrimlerinin yanında hiçbir zaman göremedik onları. Bilakis Arap demokratik devrimlerine karşı gelişen darbeleri ya planlarken ya alkışlarken veya en azından bilahare onlarla dayanışma içine gördük. Türkiye aslında bu süreçte yapacağını yaptı, yapıyor. Halkın iradesini başarılı bir biçimde ortaya koyarak buradan bir demokratikleşme, kalkınma ve yarı-refah toplumu üreterek esinleyici bir model oluşturuyor. Ama bu haliyle bile Avrupa için sanırım daha sorunlu bir ülke. Bugün Türkiye muhtemelen Irak’tan, Mısır’dan Suriye’den daha sorunlu olarak görülüyor, çünkü gem vurulamıyor, fazla kendi başına hareket ediyor. Yaşadığımız birçok sorunun kökeninde bu var.
Birçok konuşmanızda İslam dünyasının başsız olduğunu dile getiriyorsunuz. Yüz yıl önce halifeliğin kaldırılmasıyla başlayan bu süreç sizce yakın gelecekte hallolabilecek mi ya da İslam dünyasının birleşmesi, terörün, yolsuzlukların yok olması ve bir liderlik için ne yapılması gerekiyor ve Türkiye’nin konumu burada nedir?
Liderlik mekanizması kesinlikle çok önemli. Max Weber geçen yüzyılın başlarında karizmatik liderliğin artık geride kalmış bir konu olduğunu bundan sonra liderlik yerine gayrı şahsi bürokratik yönetimlerin rasyonalitesinin geçerli olacağını söylemişti. Ancak kısa sürede yaşanan ve 20. Yüzyılın bütün tarihini belirleyen olaylar zincirinin merkezinde güçlü liderler vardı. Gandhi, Atatürk, Lenin, Stalin, Churchill, Hitler, Mussolini, Humeyni, Papa vs. Bütün bu lider şahsiyetlerin her bir ülkenin tarihinin hatta dünya tarihinin şekillenmesine nasıl etki etmiş olduğunu hesaba katmalıyız. Liderlik hiç de geride kalmış bir olgu değil. Bu lider bolluğu içinde Müslümanları temsil eden bir başın, bir halifenin bir merkezi siyasal organının olmaması Müslümanların en trajik durumunu ifade ediyor. Geçtiğimiz yüzyılın başlarından beri Müslümanlar gerçekten de başsız ve herhangi bir Müslümanın dünyada hakkını savunacak birinin olmaması gibi bir durumla algılanıyor.
Türkiye son 10-15 yılda siyasi ve askeri anlamda etki alanını hiç olmadığı kadar artırdı. Doğu Akdeniz’den Afrika’ya, Katar’dan Ukrayna’ya kadar genişleyen bir ağdan bahsediyoruz. Bu genişleyen ağın yakın ve uzak gelecekte ne gibi etkileri ve katkılarından bahsedebiliriz?
Bunun büyük ölçüde bağımsız politikalar üretmekle alakalı olduğunu, güçlü bir liderlikle ama aynı zamanda kendi beşeri sermayesini güçlendirme yolunda atılan etkili adımlarla çok yakın ilişkili olduğunu görmek gerekiyor. Türkiye dış ilişkilerinde değer siyaseti yaptıkça bunun çıkarlarla çatışacağı düşüncesine karşı tam tersini kanıtlaması oldu. İlke ve değerler aslında bir ülkenin çıkarınadır. Genel olarak ilkeli siyaset yapmak Türkiye’nin marka değerini yükseltiyor. Herkesin terk edip umudunu kesmiş olduğu, bir kaos içinde bulunan Somali’ye bizzat Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan çıkarmayla başlayan Somali’ye yardımlar bir süre sonra Somali’de yeniden düzenin tesisini sağladı. Türkiye özellikle uluslararası ittifaklarında genellikle kazandıran bir ülke olarak göze çarptı. Kazanırken kazandıran bir aktör. Katar’la yapmış olduğu güvenlik iş birliği anlaşmasına rağmen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn’in kuşatma ve işgal girişimlerinin önünde durmak suretiyle güvenilirliğini en üst düzeyde ispatlamış oldu.
Tabii yanı sıra ihracatı 200 milyarı aşan bir ülke olarak Türkiye’nin etki alanı her geçen gün daha da artış kaydediyor. Doğrusu işin başında belirlenmiş olan 2023 hedeflerinden hâlâ oldukça uzakta olduğumuzu gösteriyor ama bu rakam hiç de azımsanabilecek bir rakam değil. Daha iki yılımız olduğuna göre bu rakamın en azından 2023 yılında 250 milyar dolar olarak gerçekleşebileceğini öngörebiliriz. Türkiye’nin bu yükselme hızının dünyanın birçok merkezini pek mutlu etmediğini, kaygılandırdığını da göz önünde bulundurmak zorundayız. O yüzden bu ilerlemeyi durdurma yolunda çok daha farklı operasyonlar da bekleyebiliriz. Bunu beklerken elimiz boş durmamamız, tedbirlerimizi almamız, alırken de bu gelişmeyi sürdürmemiz lazım.
Diğer yandan ulaştığımız bu etkiyle artık kaçınılmaz olarak birçok kriz bölgesinde daha fazla var olmamız kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye ulaştığı nüfuz ve refah seviyesi dolayısıyla hem terörün hedefi hem de göçün hedefi olacaktır. O yüzden savunma hattı çok daha uzak noktalara konuşlanmak zorunda olacaktır. Belki daha fazla yerde olmak zorunda olacaktır. İslam dünyasında istikrarın temini için insan hakları seviyesinin geliştirilmesinin takipçisi olmak durumunda kalacaktır. Çünkü İslam dünyasında Müslüman kanı sudan ucuz. İnsan hakkı ihlalleri çok kolay yapılıyor. Hapishanelerde yüzbinlerce insan sadece siyasi haklarından dolayı tutuklu ve işkencelere maruz kalıyor. Türkiye İslam dünyasının bu tablosunun değişmesinin takipçisi olacak çünkü büyüdükçe İslam dünyasındaki ihlaller doğrudan kendisini de etkiliyor, çünkü bu ihlallerle yaşanmaz hale gelen ülkelerden kaçan insanların sığınağı haline geliyor. İnsan hakları ve özgürlükler konusundaki bu arayış takipçilik aynı zamanda İslam ülkeleri arasındaki daha iyi bir refah dünyası için bir arayışa öncülük yapmasını getirecektir.
Bölgemizde yaşanan olaylara ülke olarak yaklaşımımızı, bakışımızı nasıl değerlendiriyorsunuz? TİKA’dan Yunus Emre Enstitüsü’ne, Kızılay’dan Göç İdaresi’ne kadar tüm bu kurumların bölgedeki halklarla ve devletlerle yakınlaşmamızdaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin son yirmi yıldır dünyanın her yanında demin ifade ettiğim gelişimine paralel olarak yumuşak güç unsurları veya kurumları olarak ifade edilen faaliyetleriyle de göz doldurduğunu söyleyebiliriz. Türkiye türedi bir ülke değil. Osmanlı ve Selçuklu mirasıyla bu topraklarda bin yıldır hakimken geçmişte hâkim oldukları topraklar üzerinde bugün elliye yakın devlet vardır. Bu topraklarda önemli bir tarihsel mirası vardır Türkiye’nin. Türkiye bir ara bu mirasını unutmuş veya terk etmiş olsa da biraz kendine geldikçe bu topraklar Türkiye’yi hatırlamaya başlıyorlar. Bu ülkelerin bir kısmının yükselen ve güçlenen Türkiye’den ciddi kalkınma desteği beklentileri oluyor. Bunun için TİKA bu topraklarda hem Osmanlı mirasının canlandırılması ve bu toprakların Türkiye ile tarihsel manevi bağlarının yeniden kurulmasını sağlıyor hem de ciddi kalkınma yardımları için profesyonel bir ajans görevini yerine getiriyor. Aynı şekilde bu topraklarda Türkiye’yle olan bağlar hatırlandıkça Türkiye’ye ilgi daha da artıyor ve bu ilgi Türkçeye de uzanıyor. Yunus Emre Vakfı gittikçe ciddi bir uluslararası talebe dönüşmüş bulunan Türkçe öğretimini örgütleyerek bu hizmeti sunarken, bulunduğu çok sayıda ülke ile Türkiye arasında ciddi kültürel ve ekonomik siyasal köprüleri işletmiş oluyor. Yine Türkiye’nin yıllarca dünyanın en zengin ülkesi olmadığı halde en çok insani yardım yapan ülke olarak tasniflere konu olması İHH, Yeryüzü Doktorları ve bunun gibi birçok sivil toplum kuruluşu eliyle olduğu gibi, Kızılay ve AFAD gibi resmi örgütleriyle gerçekleşiyor. Bütün bu kurumların dünyanın her yanına ulaştırdıkları insani yardımlar aynı zamanda Türkiye’nin de en büyük kamu diplomasisini yapıyor, Türkiye’nin marka değerini ciddi biçimde artırmış oluyor. Aslında insani yardım olarak, bir değerler siyaseti olarak göze çarpan bu yardımlardan Türkiye’nin ekonomik kayıp içinde olduğu söylenemez. İşin doğrusu belki bu asla amaçlanmamıştır ama bu sayede Türkiye’nin değeri arttıkça Türk ürünlerine ilgi de artmış ve Türkiye’nin demin bahsettiğim 200 milyar doları aşan ihracatının arka planında Türk mamullerine oluşan talebi motive eden bu yumuşak güç görünür.
Son olarak, Türkiye’nin komşu devletler ve komşu halklarla ilişkilerinin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin komşu halkları Doğu ve Batı’da farklılık arz ediyor. Güneydoğumuzda Suriye halkıyla neredeyse bir olmuş durumdayız. Ülkemizdeki 3,6 milyon ile Suriye içinde operasyon bölgelerinde oluşturulan güvenli alanlarda yaşayan 6 milyonu aşan nüfusla birlikte 10milyon Suriyeli şu anda fiilen Türkiye’nin idaresi altında. Aslında Esed yönetimi altında kalmış olan Suriyeli nüfusu en fazla 8 milyondur şu anda. Yani Türkiye Suriye halkının önemli bir kısmı ile neredeyse bütünleşmiş durumda zaten. Bunun ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal sonuçları olduğu çok açık. Belki rakamsal olarak aynı düzeyde olmasa da Irak ile de benzer bir ilişkimiz var. İran’da ise göreli istikrarlı bir ilişkimiz var ve İran halkı nezdinde Türkiye’ye dair çok ciddi bir sempati gözlemleniyor. Biraz daha Kuzey’e gittiğimizde Ermenistan ile aramızda eninde sonunda bir açılımın yaşanacağını ve bunun bölgesel bütünleşmeye de ciddi bir açılım getireceğini söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Hazar’a ve Mavera bölgesine de daha rahat açılacağını öngöreceğimiz yeni bir açılım anlamına geliyor. Türkiye aslında bütün bu gelişmeler ışığında komşularla yepyeni ve umut verici bir ufukla karşı karşıyadır.