Trenler ve Kelimeler
Naime Erkovan
Ülkelerini bırakıp bilinmeyene göç eden işçiler, hiçbir bahaneyi hoş karşılamayan güçlü bir sisteme kendilerini teslim ettiler ve hiç durmadan çalıştılar
Gurbete gidenlerin işleri bir türlü bitmiyordu ve memleketten gelen özlem mektupları da her geçen gün artıyordu
Almanya’daki genç kuşak, “misafir” oldukları söylenen ülkenin dilini ana dili gibi öğrenip yollarını eğitim yoluyla açtılar
Altmış yıl önce trenlere bindikleri zaman yanlarında azıkları ve hayalleri vardı sadece. İlki yük hakkına tabi olsa da diğerine engel koyacak kimse yoktu. Ufuklar açık, vadiler uçsuz bucaksız, güneş umut fısıldayıcıydı. Sevinç duysalar da bir yandan, hüzün henüz çok güçlüydü. Bu hüzün onları büyük bir suskunlukla yola çıkardı. Ve suskunluk, belirsiz bir süreliğine kelimelerini tavan arsındaki sandıklara emanet ettirdi. Gün gelince tekrar ortaya çıkacak ve kâh mektup kâh türkü olacaktı hepsi.
Birbirlerine söylemeseler de her birinin gideceği yerle ilgili bir yığın hayali vardı. Güzel bir ülke, kuralların kuşattığı ve çekidüzen verdiği şehirler, günü gelince aksamadan ödenen büyük maaşlar… Hayallerin güzelliğiyle bir tebessüm yayılırdı yüzlerine ama hemen ardından biri görür de pek mutlu olduğunu düşünür diye toparlanırlardı. Sevinç dağıldığı gibi kendilerince belirledikleri sorumluluklar ortaya çıkardı yeniden. Anne babaya, eşe çocuklara, dayıya amcaya, muhtara komşuya derken henüz ellerine geçmeyen maaşlar hayalde bile son kuruşuna kadar harcanırdı.
Ülkelerini bırakıp bilinmeyene göç eden ilk işçiler, hiçbir bahaneyi hoş karşılamayan güçlü bir sisteme kendilerini teslim ettiler. Durmaksızın çalıştılar, hatta dinlenmeleri için kendilerine tahsis edilen vakitlerde de çalıştılar. Genç ve güçlüydüler ama hepsinden önemlisi, geride bıraktıkları birçok insanın yegâne umuduydular. Niyetlerinde bir süre gurbette çalışıp kalan hayatlarını rahat içerisinde geçirecek kadar kazanç sağladıktan sonra eksiği ve gediği olsa da yurtları olan memleketlerine geri dönmek vardı. Ama öyle olmayacaktı.
Alışkanlıklar gibi mekânlar da çabucak ele geçirir insanları. Bir süreliğine gurbete gidenlerin işleri bir türlü bitmek bilmedi. Çalıştıkça memleketten gelen mektuplar artıyor, selam ve duadan sonra ihtiyaçlar tek tek sıralanıyordu. Süre uzadıkça özlem arttı ve sonunda eş ve çocuklarını memlekette bırakanlar bir bir getirdiler onları yanlarına. Yalnızlığa ve yabancılığa artık birlikte tahammül edip geri dönüş umutlarını da birlikte canlı tutacaklardı. Ama bu da öyle olmayacaktı.
Bir zaman geldi ve iki ülkenin de bir parçası olarak kendilerini hissetmeye başladılar. Dahası dili öğrenmeye çalıştılar iyi kötü bir şekilde ve vakti gelen çocuklarını okullara kaydettirdiler. Babalar hatta dedeler yetersiz kelimeleriyle işçilere emanet edilen yerlerde çalışırken çocuklar, o ülkenin dilini öğrenmekle kalmadı, büyüklerinin kaderine ortak olmak zorunda kalmayacaklarını keşfettiler. Onlar eğitimlerini tamamlayıp babalarının meslekleri dışında meslekler seçebileceklerini anladılar. Memleketi hatırlamadıkları için o büyük hüznün yükünden arındırılmış olarak geleceğe baktılar. Ayrıca memleketten düzenli gönderilen ve sürekli ihtiyaçları sıralayan akraba mektuplarının yükünü de sırtlanmak zorunda kalmadılar.
Babaları büyük oranda okul eğitimlerini tamamlamış kişiler değildiler. Birçoğu köyünü dahi terk etmemişti gurbet kapısı açılana kadar. Dolayısıyla büyük hayallerin ve zor hedeflerin adamları değildiler. Onlar, olanla kanaat edilmesi gerektiğini bilen insanlardı. Bildikleri başka bir şey daha vardı: Var güçleriyle çalışmak. Bu özelliği, çevremdeki bütün gurbetçi babalarında gördüm. Sistem ne hastalık tanırdı ne hava şartı ne de bayramlarımızı. Zihnimde, elleri çalışmaktan hep yorgun düşmüş bir adam belirir o yüzden gurbet yıllarını hatırladığımda. Ve bu hatırlama sadece bana mahsus değil. Bir kuşağın ortak hafızasıdır bu.
Ve bir gün bu kuşak, babalarının çektikleri sıkıntıları çekmek zorunda olmadığını anladı. Onlar da var güçleriyle çalışacaktı ama başka alanlarda. “Misafir” olarak bulundukları söylenen ülkenin dilini ana dili gibi öğrenip yollarını eğitim yoluyla açmaya karar verdiler. Misafirlik kavramını müsvedde bir kâğıt gibi buruşturup attılar çünkü onların bir yere gitmeye niyeti yoktu. Sınıflarını bir bir geçtikçe daha yükseği hedeflediler. Ve bir süre sonra ilk gurbetçiler olarak gelenlerin çocukları her tür ağır işe sırt çevirdi. Artık Türk denince inşaat, maden, fabrika, kanalizasyon vs. işçisi resmi silinecekti. Dili, yerli halk gibi konuşanlar durumu eşitleyecekti.
Yürünmesi gereken yol hâlâ dolambaçlıydı. Her öncü, yeni bir yolun ilk yolcusu olarak beliriyordu ufukta. Onun yaşadıkları eşsizdi ve daha önce kimse aynı şeyleri yaşamamıştı. Çalıları keserek, taşları kenara atarak yol açılsa da sanatın patikaları hâlâ keşfedilmemişti. Çünkü sanat, günlük insani kaygılardan kendini arındırmış bir ruh ister.
Yıllar geçti, dönmeyi başaranlar yeniden döndü memleketlerine fakat gurbetin ikinci, üçüncü hatta artık dördüncü kuşağı, anne babalarının bütün hayallerini devralmadı. Onlar bir memleket hasretiyle dolmadılar. Yaşadıkları yerde bir süre kalıp sonra canlarından çok sevdikleri vatanlarına dönme telaşını yaşamadılar. Kendilerini iki ülkeye sahip gençler olarak konumlandırdılar. Hangisinde isterlerse orada yaşayabileceklerini ve anne babalarını hüzne boğan hasret duygusuna boyun eğmek zorunda olmadıklarını keşfettiler. Ve bu gerçek, onları önceki kuşaklardan çok daha güçlü kıldı. Eğitim engellerini aşarak zirveyi görmeyi başardılar. Ve artık, sanatın zamanı gelmişti.
Gurbete giden ilk kuşakta elbette eğitimlerini tamamlamış bir kesim de vardı. Nitekim onlar, bugün hâlâ eser ortaya koyuyor fakat bir dönemin ve bir görüşün sesi yalnızca her biri. Göç edebiyatı alanında isimlerini duyurmuş olsalar da yaşanan durum, yeniliğini koruyacak ve her zaman bu yeniliğin sesini talep edecek. Göç edebiyatını güçlendirecek gençlerin yetiştiğini bilmek, mutluluk verici ama aşılması gereken başka bir mesele daha var.
Gençlerin edebî ürün verirken her iki dilde de hâkimiyet sağlayabilmeleri son derece önemli. Onlar artık en az iki dile sahip bir kuşağın temsilcileri durumundalar. Yaşadıkları eşsiz, kültürleri yeni, arka planları kozmopolit. Kısacası edebiyatın ihtiyaç duyacağı hatta seveceği verimli topraklar üzerinde yaşıyor bu nesil.
Gurbetten döneli uzun yıllar geçmiş olsa da bir yanım hep gurbetçi kalacak. O yüzden oradaki gençlerin neler yaptığı, sanat yolunda hangi adımları attıkları her zaman önemini koruyacak benim için. Yaşadıklarını, yabancı kültürlerle temaslardan kazandıkları zenginlikleri kayıt altına almaları, tarihî bir olayın ebedileştirilmesidir. Hayatlarını sıradan kabul etmeleri, büyük bir hata olacaktır. İzleyecekleri yol haritası, ana vatanda yaşayan gençlerinkinden pek farklı değil.
- Güzel bir Türkçe,
- Yaşanılan ülkenin ana diline hâkim olma,
- Okuma konusunda edebî bir arka plan,
- İyi bir gözlem alışkanlığı,
- Resimleri ve hâlleri kelimelerle yeniden çizme yetkinliği,
- Hikâyenin her an, her yerde yolumuza çıktığının bilinci, önemsemeleri gereken adımlar.
Nihai olarak söyleyebilirim ki gurbete giden ilk kuşaktan kısmi bir edebî faaliyet görüyoruz. Kısmi diyorum çünkü bütün gurbetçilerin tam manasıyla sesi değiller. İkinci ve üçüncü nesilden beklentim büyük. Gençler artık o toprakların ve kültürün her yönünü biliyorlar. Ayrıca ana vatanlarıyla da temasları hem daha sık hem daha sağlıklı. Güçlü bir sentezi oluşturacak kudrete sahipler. Yol gösterici olarak son yıllarda güzel işlere imza atan Yurtdışı Türkler ve Akrabalar Topluluğu Başkanlığı (YTB) gençlerin potansiyelini ortaya çıkarıyor. Bu kurumla temasları kendileri için hayati bir öneme sahip olacak.
Gidenler bir edebiyat ortaya koydu. Daha güçlü ve çok sesli olarak yeni dalgaların gelmesini bekliyorum. Bir de dönüp gelenler var -ki ben onlardanım. Orada yaşananlar eşsiz fakat dönüp gelenlerin yaşadıkları da bir o kadar eşsiz. Yepyeni bir sistemle ve insanlarla temas, basit bir olay olmadı benim için. Gurbettekilerin aksine sayımız çok daha az. Tersine göçün ilk edebî temsilciliği “Olay Berlin’de Geçiyor” isimli bir eser hediye etti bana. Yenilerini ise başkalarından bekliyorum.
Buradayız ya da uzaktayız. Kelimelerimiz var, anılarımız ve tecrübelerimiz var. Hepimiz bir göçün ürünüyüz çünkü dünya hayatının da bir gurbet olduğunu biliyoruz. Ve bir gün trenlere binip uzak bir diyara giderken dönme umudumuz olmayacak ama kelimelerimiz hep var olacak. Ve biz yokken onlar bizim adımıza konuşacak.