Serencamdan Bir Çığlık
Zana Öngenç


“Yaşama serüveni içinde işlerinizin çok kötü gittiğine inandığınız bir zamanda, birçok şeyinizi kaybettiğiniz ve kurduğunuz yapıların yıkıldığı, başarılarınızın boşa çıktığı bir zamanda, artık ben mahvoldum dediğiniz bir zamanda birisi kalkıp size ‘bu da geçer’ demelidir.” Bu cümle İsmet Özel’in Zor Zamanda Yaşamak isimli kitabından. Malum kıyamet-i suğranın (Kahramanmaraş Depremi) kısa bir süre öncesinde rastladım bu cümleye. Dergâhların kapısında hoşça tezhiplerle yazılıdır ‘bu da geçer ya hû’. Bazı katedrallerde, kiliselerde hatta bazı hastanelerde bu teskin edici cümle yazılıdır. Rumlar fena bir hale uğradıklarında, ‘kafto ta perasi’, Persler, ‘in niz beguzered’ derler. Her halin gelip geçici olduğunu şiirsel bir tınıyla zikrederler, sükûnet gerek çünkü. Bizse tevekkülle bu cümleyi zikir addedip, her felaketin ardından Allah’a niyazda bulunarak bunun da diğerleri gibi geçip gideceğine inanırız. Hatta meşhur bir hikâye anlatılır; derviş, rastladığı zengin bir adamın çokça zikretmesi gerektiği ikazında bulununca cevaben ‘bu da geçer ya hû!’ cümlesine muhatap kalır. Bir zaman sonra aynı adamın düşkün olmasından dolayı hüzünlenince derviş, tevekkülle verilen aynı tepkiye hayret eder. ‘Bu da geçer ya hû!’nun sahibinin hali vakti yerine yeniden gelince de çok sonraları ölüp mezar taşına bu cümleyi yazdırınca da şiarın ‘o’ olması gerektiğine vakıf olur, ölümle bile. Evet, her şey geçendi, geçmek üzere hareket edendi; zaman da yaşam da ölüm de mülk de mülksüzlük de…

Bir serencamın tam da içerisinde insan. Bitmek, yitmek, sonlanmak, yok olmak kelimelerinin olumsuz hallerinin mümkün olmadığı bir yerde, dünyada. Bu kelimelerin olumsuz hallerine teslim olmak, öylesinin mümkün olduğunu varsaymak, öylesine meclûb olmak asıl yoksunluk değil midir? Hangi şartla, halle olursa olsun bir hudut, son var. Söz konusu son olunca ben’in, kavgaların, hırsların, arzuların bir öneminin olmadığı çetin bir çığlıkla dikiliyor karşısına insanın. Anlıyor insan, dağılıyor rüya griliği. Girift duran kelimeler ayrışıyor, anlamlı cümleler takılıyor kursağına. Her şey bir anda sanılan anlamını yitirip başka ‘şeyler’ oluveriyor. Tek bir şey hariç, tek biri rengiyle, sesiyle, yüzüyle, anlamıyla öylece gerçek, öyle değişmez, öyle kendi, öyle özgün, öyle acı, öyle mükemmel: ölüm.

Deryadan gelen damla gerisingeri ona döner. Dervişler Hay’dan gelip Hû’ya gidiyor olduklarını dillerine pelesenk kılardı. Yaşamak ölümün kabul edilmiş hali. Biçimi her ne olursa olsun mutlak hakikattir ölüm. Deprem, savaş yahut herhangi bir sebep olmadan ölümün tarifi; membaa geri dönüştür. Ardında kalan ıstıraba karşı verilecek en büyük mücadele ise sabır, tevekkül, teslimiyet ve deryaya kavuşmak üzere ayrılan her bir damlanın nihayet ona geri döneceği inancıyla dünyada geçen her anın geçip gideceğini ‘Ya Hû!’ diyerek yaşamaktır.

Ve ölüm; hayata, her şeyden önce sunulan iltimastır.