Toplumun göçmenleri sahiplenmesi, onları, ailenin bireyleri haline getirebilir
Prof. Dr. Alev Erkilet ile kent, iltica, göçmenlik, İslamcılık ve Müslümanların modern dünyadaki konumuna dair sosyolojik bir bakış ve arka planla kapsamlı ve doyurucu bir söyleşi gerçekleştirdik.;
Söyleşi: Eray Sarıçam
Müslümanların farklılıklarla birlikte yaşama, siyasal ve sosyal katılım, sosyo-ekonomik adalet gibi konularda toplumun tümüne hitap edebilen yeni söylemler geliştirmek durumunda olduğunu düşünüyorum
Müslüman dünyada kentler, modernite ile karşılaşmadan önce Batıdaki getto konseptinden tamamen farklı çok-dilli, çok-sınıflı, çok-kültürlü, çok-dinli bir yapı arz ediyordu
Bauman’ın da vurguladığı gibi, küresel göç hareketleri tüm dünyayı etkileyen evrensel bir gerçek. Ama bu süreci nasıl yöneteceğimiz değerlerimizle alakalı bir husustur.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda birçok farklı dünya görüşünün kapitalist sömürü düzenine, ilticalara, otoriter yönetimlere dair eleştiriler yöneltmeye çalıştığını görüyoruz. Ancak bu eleştiriler genellikle basit birer “tepki” boyutunda kalıyor ve zaman geçtikçe eleştirel yetiden uzaklaşmaya başlıyorlar. Peki, Müslümanların kapitalist düzene yahut dünyanın birçok farklı noktasındaki baskıcı yönetimlere dair eleştirileri nelerdir?
Sorunuzu dünyadaki Müslümanlar anlamında mı yoksa İslami ilkeler anlamında mı sorduğunuz önemli bir fark yaratıyor. Çünkü eğer dünyadaki Müslüman bireyler ve topluluklar anlamında soruyorsanız, sorunun tek bir cevabının olmadığını söylememiz gerekir. Sosyal gerçeklikte Müslümanlar coğrafi, kültürel, sosyal, politik, ekonomik farklılıkların etkisiyle kapitalizme karşı farklı tepkiler veriyorlar. Yakın zamanda başka bir söyleşi vesilesiyle altını çizmeye çalıştığım gibi, kalkınmanın Müslümanların kırılmış gururlarını onarmak için en iyi çare olduğuna inananlar var ve bu nedenle de Batı’nın kalkınma reçetelerine başvuruyorlar. Ama bunu yaparken bilinçsizce de olsa kapitalizmi yeniden üretmiş oluyorlar. Benzeri bir yanılsamanın –ama bu sefer tersinden- politik süreçler için de söz konusu edilebileceğini düşünüyorum. Demokrasiyi batılı bir ideoloji ya da Müslümanlara dayatılmış Batılı bir reçete olarak görenler yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorlar. Kastettiğim şu; bu görüş sahipleri demokrasi eleştirileri yaparken bilinçli/bilinçsiz totalitarizmleri meşrulaştırma eğilimine girebiliyorlar. Lakin bu gerçekliğin sadece bir yönü. Buna bakarak İslam dünyasını ya da Müslümanları bir bütün olarak eleştirmek ya da kapitalizmle ve totaliter yaklaşımlarla özdeşleştirmek mümkün değil. İslamcılığın önemi tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Akıntıya kapılmak yerine hayatın gündelik akışına bir set çekmenin, ana kaynaklar ekseninde öz-eleştirel bir yaklaşımla İslami bir ihya çabasına girişmenin farziyetine işaret ediyor. İslamcılık, ev-içi, ev-dışı, tarımsal, endüstriyel ya da entelektüel her tür emeğin hakkının zamanında, yeterince ve insanca yaşamaya imkân verecek şekilde verilmesini savunarak sömürüye karşı çıkıyor. Aşırı üretime, aşırı tüketime ve israfa karşı yaratılmışların onurunu ve ihtiyaçları merkeze alıyor. Değişim değerinin hâkimiyetine karşı çıkıyor. Kuran’ın ilkeleri ve Peygamberin uygulamaları istikametinde, daimi kurumsal istişare ve katılım yoluyla politik eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya gayret ediyor. Bu ve benzeri müdahalelerin kapitalizme ve baskıcı yönetimlere yöneltilen eleştirilerden yalnızca birkaçı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yirminci yüzyıl sonunda ve bu yüzyılın başında pek çok kuramcı, iktisatçı ve plancı bunları yazdı ve modelledi. Ama tabi ki bunları söylemek yetmez, hayata geçirmekte kararlı ve sabit olmak gerekir. Bence mevcut sorunlar bunların kurumsallaşması ile ilgili adımların yetersizliğinden kaynaklanıyor.
Hocam, öncelikle Irak’ın işgali, ardından Arap Baharı ve son olarak da Suriye iç savaşı, yirmi birinci yüzyıl İslami hareketleri ve İslamcı çevreleri ne yönde etkiledi? Bu İslami hareketlerin ve çevrelerin, bölgemizdeki savaşlara veya iç karışıklıklara dair teklifleri nelerdir, bu teklifleri siz nasıl değerlendirirsiniz?
Birinci sorunuzla ilgili olarak dediğim gibi, soruyu toplumsal gerçeklikte karşımıza çıkan İslami hareketler açısından cevaplamak istersek tek bir cevaba ulaşamayız. Zira Mısır gerçekliğinde İhvan’ın Arap Baharı sonrasında maruz kaldığı darbe, Tunus örneğinde İslam’ı demokrasiye yaklaştırma çabalarının yine bir darbeyle karşılanması, son dönemde Taliban’ın kazanımları üzerinden yayılan söylemler, bunların her biri kendi sosyo-politik gerçekliğinde tartışılması gereken olgular. Kolayca genelleme yapamayacağımızı ifade etmek istiyorum bunu söylemekle. Ama Almanya’da 2012 yılında gerçekleştirilmiş olan Eleştiri ve Uyum Kıskacında Müslümanlar başlıklı sempozyumda da altını çizmiş olduğum gibi –bu sempozyumun tebliğleri aynı isimle bir kitapta toplandı- bugün İslam dünyasında kendisini sadece demokrasiyle sınırlandıran ve İslam’ı demokrasiye eşitleyen yaklaşımlar kadar demokrasi eleştirileri üzerinden şiddete yol veren baskıcı eğilimlerle de karşılaşıyoruz. IŞİD örneği ikincisine dair bir örnek olarak zikredilebilir. Bunların ikisinin de İslam’ın üçüncü yol arayışından uzaklaştığını düşünüyorum. Bugün artık çok çeşitlenmiş toplumsal yapılar içinde yaşayan Müslümanların farklılıklarla birlikte yaşama, siyasal ve sosyal katılım, sosyo-ekonomik adalet gibi konularda toplumun tümüne hitap edebilen yeni söylemler geliştirmek durumunda olduğunu düşünüyorum. İslam’ı asrın idrakine söyletmek böyle bir şeydir işte. Sadece uluslararasında değil ulusal düzlemde de bu konulardaki yetersizlikler gençlerin farklı arayışlar içine girmesine neden olabiliyor. Velhasıl kapitalizme tamamen eklemlenme ile Toynbee’nin dediği gibi zealotvari reddiyeci tutumlar içine girmenin arasında sıkışıp kalmamak gerekiyor.
Hocam, şehirlerin toplumsal ve fiziksel dönüşümü ile sınıfsal tabakalar arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edersiniz? Ayrıca bu ilişki bağlamında ülkemizdeki mülteci ve göçmenlerin konumu ve durumu hakkında neler söyleyebiliriz? Yani hocam, küresel göç hareketleri kent hayatını ne yönde etkiledi yahut mültecilerin barınma meselelerine dair neler söyleyebilirsiniz?
Sizin de malumunuz olduğu üzere kent ait olduğu toplumun değerlerinin ve tabakalaşma düzeninin bir göstergesidir. Yapısal olarak bakıldığında da böyledir; değişme açısından bakıldığında da böyledir. Mesela göçmenlerin gettolaşmış alanlarda yaşamak zorunda bırakılması mekânsal ayrışmanın göçle ilintili olarak zikredilebilecek bir örneğidir. Tam tersine Muhacirler örneğinde görüldüğü gibi toplumun göçmenleri sahiplenmesi, varlıklarını onlarla paylaşması, onları ailenin bireyleri haline getirmesi de mümkündür. Ve her iki durum da mekâna yansımaktadır. Dışlayıcı ve yalıtımcı yaklaşımlarla insan ve grupları birbirleriyle etkileşime sokan içerseyici yaklaşımlar karşı karşıya gelmekte ve ister istemez kent mekânında kendini göstermektedir. Ben bunu Müslüman dünyanın kentleriyle Batı kentlerini karşılaştırmada da anlamlı bir dayanak noktası olarak görüyorum. Bauman’ın da vurguladığı gibi, küresel göç hareketleri tüm dünyayı etkileyen evrensel bir gerçek. Ama bu süreci nasıl yöneteceğimiz değerlerimizle alakalı bir husustur. Bu sürece nasıl tepki vereceğimiz de öyle. Mesela göçmenlere verilen evlerin kiraları yükselttiğinden şikâyet etmek ve göçmenlerin barınma ihtiyaçları üzerinden nasıl sömürüldüklerini deşifre etmek karşıt değerlere yaslanan iki karşıt yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor.
Suriyeli göçmenlerin yoksul olanları Türkiyeli yoksullardan daha zor durumda oldukları için aralarında bir çatışma olduğunu ve bunun da yoksulların birbirlerinin emeğini küçülttüğünü ancak aynı zamanda işverenleri daha da zenginleştirdiğini söylüyordunuz. Peki hocam, bu kapital düzen bizlerin Ensar-Muhacir olma bilincini nasıl etkiliyor?
En zayıfın emeğini sömürerek zenginleşme örüntüsü Ensar-Muhacir olma bilincini tahrip eden bir durumdur. Suriyeli yahut Afgan göçmenlerin gelişinden önce, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan göç eden işçiler düşük ücretlerle güvencesiz olarak çalıştırılıyor ve üstüne üstlük bir de ötekileştiriliyorlardı. Şimdi ise Suriyeli ve Afgan mülteciler aynı kaderi yaşıyorlar. Aynı tehlikeli sınıflar söylemiyle yargılanıyor olmaları da işin ayrı bir boyutu. Onların emeği üzerinden güçlenen sermaye sahipleri ve işverenler ise yargılanmıyor. Sömürenin değil de sömürülenin suçlanması bana çok samimiyetsiz bir yaklaşım olarak görünüyor. Bu konuda bilinçlendirme yapmak göçmen meselesiyle alakalı sorunları çözmenin önemli ayaklarından biridir. Göçmen karşıtı propagandanın en önemli malzemesini böylece elinden almış oluruz. Muhacir ve Ensar’ın kardeşlik halini de bu bilinçlendirme ve onun üzerinde gelişecek olan dayanışma ağları ile inşa edebiliriz. Dikkat ederseniz burada salt bir söyleme değil somut bir bilgi paylaşımı ve dayanışma örüntüsüne gönderme yapıyorum.
Bugünkü iltica meselesinde de çok önemli yeri olan bir konuya değinmek istiyorum: Çok-kültürlülük. Siz, çok-kültürlülüğün Resulullah’tan beri geldiğini söylüyorsunuz. Peki, tek-kültür anlayışı yani bu dayatma İslam coğrafyasında ne zaman ortaya çıktı hocam, hangi saikler ortaya çıkmasına neden oldu ve biz Türkler ne zaman dâhil olduk buna?
Evet, benim çok önemsediğim ve sürekli vurgulamaya çalıştığım bir husustur bu. Okumalarıma göre, Müslüman dünyada kentler, modernite ile karşılaşmadan önce Batıdaki getto konseptinden tamamen farklı çok-dilli, çok-sınıflı, çok-kültürlü, çok-dinli bir yapı arz ediyordu. Aynı mahallede bütün bu farklılıkların kapsanması, birlikte ahenkli bir şekilde hayatını sürdürmesi, zenginle yoksulun iç içeliği, dayanışma örüntüleri çok önemli bir model çiziyor bizler için. Orhan Pamuk da İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabında İslam kentinin kozmopolit yapısını seyyahların kitaplarına atıfla ele alır. Başka kaynaklardan öğrendiğimize göre Osmanlı döneminde İstanbul’a atanan İngiliz büyükelçisinin eşi olan Lady Montagu da Pera’da konuşulan 15-16 dilin 11 tanesinin kendi evinde konuşuluyor olduğundan bahsederken hem ince bir espri yapmakta hem de İstanbul’un kozmopolit hayat tarzına işaret etmektedir. Bu örnek, kentsel kamusallığın temelinde yer alan toplumsal temasların mevcudiyetine ve zenginliğine işaret eder. Tek-kültür dayatması modernleşme sürecinde ortaya çıkmış ve etnik, dinsel, sınıfsal ayrışmaların kente yansımaları bu süreçte gözlenebilir olmaya başlamıştır.
Hocam son olarak, “sürgünü göçmenler için en azından anlamlı kılabilmek” için sosyal, ekonomik ve politik neler yapılması gerekiyor, kişi ve kurumlara neler düşüyor sizce?
Öncelikle hepimizin göçmen olduğu gerçeğinin hatırlatılması gerekiyor. Evet, hepimiz göçmeniz; şu ya da bu tarihte, şu ya da bu nedenle, şu ya da bu ülkeye, şehre, mahalleye geldik. Yanlış bilinen doğrularla ya da doğru bilinen yanlışlarla mücadele etmenin bu bağlamda zikredilebilecek ikinci başlık olduğunu düşünüyorum. Geleneksel ve yeni medya araçları bu bağlamda aktif kullanılmalı ve göçmen karşıtlığına malzeme oluşturan yanlış bilgilerle kararlılıkla mücadele edilmelidir. Bunun için doğru veriye ulaşmamız önem arz ediyor. Doğru ve güncel veri üretmemiz önem arz ediyor. Bu da araştırmaya dayalı veri üretme görevinin kamu kurumları ve üniversiteler tarafından sorumlulukla üstlenilmesi gerektiğini gösteriyor. Kentsel alanda karşılaşmaların artırılması, konuşmanın, deneyim paylaşımının desteklenmesi de önyargıların kırılmasına katkı sağlayacaktır.