NASIL DA ZARİFLER
Mustafa Taceddin el-Musa


Emniyet büroda beni daracık bir zindana attılar, zindanımızın dört bir yanından çığlık sesleri geliyordu

Alnımın tepesinden yüzüme kanlar akmaya başladı. O anda yüzüme birkaç sinek üşüştü

Saçlarımla ilgili on yıllık bir sıkıntım var, hem de ciddi bir sıkıntı.

Genellikle uzatır, çok nadiren uçlarından kestiririm. Saçlarım kıvırcık ancak ben ipek gibi dümdüz olmasını istiyorum. Geçtiğimiz senelerde pek çok krem, pek çok yağ denedim ancak kâr etmedi. Sokaktayken en ufak bir rüzgâr beni gulyabaniye çevirmeye yetiyor. Çocuklar benden kaçıyor, yüzüm adeta yılanlarla dolu Medusa’nın yüzü gibi oluyor.

Ah bu uzun saçlarım, beni çok yordu ama bir türlü istediğim gibi olmadı.

Geçtiğimiz akşam tutuklandım. Polis memuru evin önünde kendine has şekilde selam verdi, garipsedim. Tokalaşmak için elimi sıkmak yerine suratımı sıkmıştı, ağzımdan bir diş fırlamış ben de yere düşmüştüm.

Daha önce okuduğuma göre bazı halkların burun tokuşturmak gibi garip tokalaşma adetleri varmış. Kendi kendime polis memurunun bu halktan olabileceğini düşündüm. Daha sonra beni sıcakkanlı bir şekilde polis arabasına doğru tekmelemiş, beraber emniyet büroya gitmiştik. Düşen dişime çok üzülmüştüm. Hayal ettim de mahalledeki bir çocuk top oynarken dişi nasıl da ezip de geçecekti.

Emniyet büroda beni daracık bir zindana attılar, içeride onlarca genç vardı. Zorla köşeye oturabildim. Zindanımızın dört bir yanından çığlık sesleri geliyordu. Yan zindanlarda kalanlar şanslıydı. Televizyonları vardı Real Madrid – Barcelona maçını izleyip, bağıra çağıra tezahürat yapıyorlardı.

Zindanın tavanındaki menfezi incelerken saatler geçti. Gece gökyüzüne akıyordu. Menfezden sızan ince bir ışık vücutlarımız üzerine yayılıyordu. Ansızın duvarda bir solcunun yazdığı “Seni Seviyorum Lina” yazısını fark ettim. Yazıyı görünce bir iç geçirdim. Ağzımı açıp zaten düşmek üzere olan bir dişi söktüm. Yazının altındaki başka bir yazıyı görünce dişi bir kenara koydum.

“Bu adam seni seviyor Lina. Allah seni kahretsin. Bu gerçeği anlaman lazım, Allah seni de kahretsin Semira çünkü ben de seni seviyorum. Ancak sen Lina ile bu adamın arasını yaptın.

Ardından içinden kör bir ok geçen bir kalp çizdim. Çizimi bitirince dişi gömleğimin cebine koydum. Ah bu kızlar, “erkeğin toplumun bir yarısı” olduğuna asla inanmıyorlar.

Gençlerin sessizliğinden boğulacaktım. Sağımdakine dönüp:

     - Ali Aklê Îrsan! Sen de mi buradaydın? Merhaba.

     - Merhaba ama Ali Aklê Îrsan ben değilim.

Tabii bu benim uydurduğum bir numaraydı. “Güney Turu” otobüsünde yanımdakiyle muhabbet edebilmek için yapıyordum.

O sırada zindanın kapısı açıldı. Memur benim adımı bağırdı. Sevindim, mırıldanarak ayağa kalktım:

     - Akşam yemeği saati geldi.

Kapıya doğru yürüdüm. Çıkmadan önce gençlere dönüp:

     - Bir şey ister misiniz? diye sordum.

Açıkçası bir kilo portakal veya elma veya bir kilo Michel[1] isteyecekler diye korktum. Pazar saatler önce kapanmıştı.

Kimseden çıt çıkmadı. Derin bir nefes alıp dışarı çıktım. Tam o anda memur bacaklarıma tekme atınca yere düştüm. Biri bir ayağımdan diğeri öteki ayağımdan tutup beni sürüklemeye başladılar. Ardından beni bu uzun karanlık koridora götürdüler. Bu ikisi ne kadar da hoş adamlardı. Yürüyüp de bacaklarım yorulsun istemiyorlardı. Onların bu iyiliği karşısında hakikaten mahcup oldum.

Müfettişin odasında yerde cılız, çıplak bir genç baygın halde yatıyordu. Kendi kanına bulanmıştı. Müfettiş cep telefonuyla fotoğrafını çekiyordu, daha sonra bir memur, genci dışarıya çıkardı.

Müfettiş bana bakmıştı, ben de ona gülümsedim. Müfettiş:

     - Saçın neden uzun hergele?

Allah’ım Yarabbim şu “hergele” kelimesi sevgi piyanosundan çıkan müzikaletiyle nasıl da hoş geliyordu kulağa! Eniştemin favori kelimesidir, arkadaşlarla beraber oyun oynarken beni şımartmak için söylerdi.

     - Mahallemizin berberi muhalif olduğu için ülkeye karşı kurulan bu küresel komplonun başından beri o berberi boykot ediyorum.

     - Muhalif mi? Adını ve adresini ver.

     - Taceddin el-Musa. Güney mezarlığında zeytin ağacının sağındaki dördüncü mezarda yatıyor. Müfettiş, memurlara adresi verip “Taceddin”in derhal getirilmesini emretti.

Çok rahatlamıştım. Bir sene önce vefat eden babamı öteki dünyadan getirebilecek tek güç emniyet büroydu. Müfettiş ellerimi arkamda bağlarken sinsice gülüyordu. Saçlarımı toplayıp eline doladı, saçlarımı kalın bir ipe bağladı. Daha sonra ipi tavandaki demir bir halkaya geçirdi. Müfettiş ipi bağladı memur da vücudumu yukarıya doğru çekmeye başladı, saçımdan tavana astılar beni.

Aman Allah’ım! Bu harika fikirden büyülendim. Tıpkı bir salıncak gibi olmuştum. Müfettiş ve memur beni birbirlerine doğru ittiriyorlar bunu yaparken de gülüyorlardı. İki küçük çocuk gibiydiler. Ben de onlarla beraber güldüm. Oyun çok hoşuma gitmişti. Onlara bir “Yârâ”[2] şarkısı söylüyordum.

Ancak birkaç dakika sonra müfettiş ve memur esnediler ve biraz kestirmek için odadan çıktılar. Ben ise saçlarımdan tavana asılı halde sallanmaya devam ediyordum. Üzüldüm, neden kalıp benimle oyun oynamayı sürdürmediler? Ne kaybederlerdi ki? Oyun bizim için çok eğlenceliydi. Şu müfettiş ne hoş adam… Gel gör ki cep telefonuyla fotoğrafımı çekmeyi unuttu. Bu yüzden son zamanlarda bazı mahkûmlarda olduğu gibi emniyet bürodan benim videom sızmayacaktı. Bir daha ele geçmeyecek bir meşhur olma ve her gittiğim yerde şaşkın bakışlarla karşılanma fırsatını kaçırdım.

Birkaç saat sonra alnımın tepesinden yüzüme kanlar akmaya başladı. O anda yüzüme birkaç sinek yaklaştı. Alnımdan akan kanı iştahla içmek istiyorlardı.

Sineklerden biri kanımı emdikten sonra uçup burnumun üstüne kondu. Gülümseyip:

     - Teşekkür ederim. Kanın leziz bir şarap gibiydi.

     - Afiyet olsun dostum. İyi kimselere ikramımdır.

     - Bir soru sorabilir miyim?

     - Buyur.

     - Allah’ın varlığına inanıyor musun?

     - Hmmmm… Doğrusunu istersen böyle asılı haldeyken hiçbir şeye inanmıyorum.

     - Ateistsin yani…

     - Geçtiğimiz Salı günü inançlıydım diye hatırlıyorum.

Bir dakika boyunca ikimiz de suskun kaldık. İç geçirip devam ettim:

     - Açıkcası dostum ben tek bir tarafa inanmayı sevmiyorum. Hem bir tarafa hem de onun zıttına iman ediyorum. Çocukluğumdan beri Allah’ın bana güvenmediğini düşünüyorum.

     - Hmmmmm.

Aniden müfettiş odaya girdi. Sinekler şaşkın bir şekilde yüzümden uçuşurken şu sinek kaçarken fısıldadı:

“Güle güle canım”

Müfettiş indirilip zindana geri gönderilmem yönünde emir verdi. Ben de akşam yemeğini soracaktım ona. Ancak memur bacaklarıma bir tekme savurunca yere yığıldım. Beni bacaklarımdan çekip uzun ve karanlık koridorda sürüklemeye başladı.

Koridordaki zindanlarının birinin kapısındayken duyduğum bağırışlar babamın sesine benziyordu. Çok rahatlayıp ona seslendim:

     - Nasılsın baba? Dert etme, gençler çok nazikler, rahat ol. Birazdan bizi “Dünya Televizyonu”na çıkaracaklar. Kameralar önünde mühim hikâyemizi anlatacağız ardından “Dezenformasyon” yayınında hatıra fotoğrafı çektireceğiz. Ardından eve döneceğiz. Beraber güzel bir rakı içeceğiz. Sigaran var mı? İki tane bile yeter. Sovyetlerin hatrına! Allah aşkına ölüyorum sigarasızlıktan ölüyorum!

Görünen o ki babam Real Madrid – Barcelona maçının tezahüratlarından beni duymuyordu.

Memur zindanın kapısını açıyordu. Yere yığılmış yatıyorken düşünmeye başladım:

     - Güvenlik güçlerinin marifetiyle babamın öbür dünyadan döndürülmesi fıkıhçı hocaların inançlı insanların gözündeki imajını çizecekti. İnşallah Allah onlara uygun bir tefsir yapmaları için ilham verir.

Daha sonra bu romantik memur sevgilisiymişim gibi beni kollarına alıp aşkla zindan mağaraya attı.

Ayın loş ışığı yukarıdaki menfezden sızıyordu. Ben de Ali Aklê İrsan’ı aramaya koyuldum. Gencin biri omzuma vurup fısıldayarak:

     - Cesetlerden anlar mısın?

     - Evet, ailemin çoğu kollarımda can verdi.

     - O zaman şu gencin ölüp ölmediğine bir baksana. Benim gözlerim pek görmüyor.

İşaret ettiği yere baktım az önceki şu zayıf çıplak genç oradaydı. Ona doğru yaklaşıp başını tuttum aydan yansıyan ışığa doğru kaldırdım.

Burunlarımız birbirine değecek kadar yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Dikkatlice gözlerini inceledim. Ardından yüzünü inceleyip şöyle bir iç geçirdim.

Kıvırcık saçlarım sanki şimdi ipek gibi dümdüz olmuştu. Gencin başını yere bıraktım, avucumun içiyle saçlarımı okşadım. İşte o an saçlarımın ipek gibi dümdüz olduğundan tam olarak emin oldum.

Sevinçten aklımı yitirecektim. Zindanın orta yerinde durup deli gibi kahkahalar attım. Neşeyle sağa sola sallanırken alkış tuttum.

Gençler de beni alkışladı, duvarların dışından Lina ve Semira bile alkışladı. Bu ilkelce dans edişimi alkışladılar. Cılız gencin cesedinin dibinde uzun süre dans ettim. Ayyaş bir palyaço gibi kendimden geçerek oynadım.

Bunlar olurken Ay, o küçücük menfezden daha fazla ay ışığı gönderip ağlıyordu bize.

28/06/2013 – İDLİB


[1] Michel Kilo, Suriyeli yazar, çevirmen ve analist.
[2] Lübnanlı bir pop sanatçısı.