MÜŞTEREK MASA

Kaz Rahman, İbrahim Köku ve Hael Srour’a Türkiye’ye geliş hikayelerini sorduk.

Müşterek Sorular:

Türkiye’ye ne zaman geldiniz ve bize biraz buraya geliş hikayenizden bahseder misiniz?

Türkiye’ye yerleşmiş bir yazar bu göç algısını eserlerine nasıl yansıtabilir?

Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz? Doğduğunuz yer ile yaşadığınız yeri karşılaştırırsanız…Ve buradaki çalışma ortamınızdan biraz bahsedebilir miyiz?

Bu topraklarda kendinizi evinizde hissetiren neler var?



KAZ RAHMAN : Hindistan asıllı Kanadalı yapımcı, yönetmen, ressam ve akademisyen.

Yaşadığım şehri iyi tanımayı seviyorum. Sokakları, meydanları, binaları, ara sokakları ve parkları keşfetmeye devam ediyorum.

Türk arkadaşlarımla buluşup çay sohbetleri yapmak, ailemle vapura binmek, yürüyüşe çıkmak ya da müzeleri ziyaret etmek, hepsi çok güzeldi.


İstanbul’u ilk kez, 1999 senesinde Budapeşte’ye çıktığım uzun bir otobüs yolculuğu esnasında ziyaret ettim ve yaklaşık 1 hafta kaldım. Daha sonra, 2013 senesinde, önce kış sonunda birkaç günlüğüne tekrar geldim. Ve ardından aynı sene yaz tatilimin 1 ayını burada geçirdim. Bu esnada, İstanbul’dan iş teklifi almıştım.  Bir üniversiteden aldığım teklifi kabul ederek, 2014-2016 yılları arasında, eşim ve 3 çocuğumla birlikte İstanbul’da yaşayarak, sinema ve görsel sanatlar dersleri verdim. Şubat 2016 yılında İngiltere’ye döndüm ve o zamandan bu yana sık sık İstanbul’u ziyaret etmeye devam ettim. Galeri Eksen’de Hezârfen isimli kişisel bir resim sergisi açtım ve bazı film festivallerinde jüri üyeliği görevlerinde bulundum.

2014-2016 yılları arasında İstanbul'da yaşarken, şehrin farklı yerlerinde çok sayıda görüntü çektim. Bu çekimlerin bazılarında, kimi karakterler çocuklarım tarafından canlandırıldı, kimisi ise daha gözlemsel belgesel tarzındaydı.  Ve çalıştığım en önemli projelerden birisi, Üsküdar ve Eyüp semtlerinin yanı sıra Karadeniz’de de çekimler yaptığım, şiir teması etrafında ilerleyen “Yeşil ve Mavi” belgeseli idi. Bu belgeselde, klasik ve modern Türk şiiri ile İngilizce ve Farsça yazılmış mısraları bir araya getirdim. Daha önce 2012 senesinde yönetmenliğini yaptığım, uzun metrajlı “Deccani Souls” filmimde de göç olgusunu ele almıştım. Haydarabad eyaleti geçen bu filmde, göç olgusunu hem bir yerden bir yere gitme anlamında, hem de tüm psikolojik yönleriyle ele almaya çalışmıştım. İstanbul’da yaşama tecrübesi bu anlamda bana büyük bir katkı sağladı.

Kanada, Ontario'da küçük bir şehirde (Peterborough) doğdum ve büyüdüm. Şu anda İngiltere’de yaşıyorum.  Newcastle, İngiltere (1995-96), Moskova, Rusya (1998), Budapeşte, Macaristan (1999), New York City, ABD (2000-2002), Haydarabad, Hindistan (2004-07), Pittsburgh, ABD ve İstanbul’da yaşadım. Bütün bu yerlerde ya ders çalışıyor, ders veriyor ya da bir stüdyoda görsel sanatlar ve sinema çalışıyordum. Büyük şehirlerin içerisinde kendimi rahat hissediyorum çünkü buralarda bir anonimlik unsuru var. Daima çok yürürdüm.  Yaşadığım şehri iyi tanımayı seviyorum. Sokakları, meydanları, binaları, ara sokakları ve parkları keşfetmeye devam ediyorum. İnsanları gözlemliyorum. Yerel alışkanlıklar, duyarlılıklar ve gelenekler arasında gezinmeyi seviyorum. 

2014'te İstanbul'a geldiğimde, buradaki arkadaş çevrem bana çok yardımcı oldu. Yerleşmek, bir daire bulmak ve diğer bürokratik şeyler konusunda. Ayrıca bazı yeni arkadaşlar edindim, çok sayıda cana yakın ve misafirperver insanlarla tanıştım. Öğrencilerim de bana yardım etme konusunda daima istekliydi. İlk 6 ay İstanbul’da yalnız yaşadıktan sonra, ailem ve çocuklarım da geldi. Ailem geldikten sonra, herşey daha da yerli yerine oturdu. Eşim, varlığı ve becerileri ile buradaki aile ortamımın tamamlanmasının başlıca unsuru idi. Türkçeyi çok çabuk öğrendi ve Türk kültürüne hemen uyum sağladı. Çocuklarım tek kelime Türkçe bilmeden Türk okullarına gittiler ancak herşeyi çok hızlı kavradılar.  Büyük oğlum gayet iyi Türkçe konuşabiliyor, okuyabiliyor ve yazıyor. Çalışmak ve iyi dostlarla çevrilmek bana kendimi evimde hissettiriyordu. Belli bir rutinim vardı. Çay içmek bunların başında geliyordu. Türk arkadaşlarımla buluşup çay sohbetleri yapmak, ailemle vapura binmek, yürüyüşe çıkmak ya da müzeleri ziyaret etmek, hepsi çok güzeldi.

İBRAHIM KÖKU: Suriyeli yazar ve yayıncı.

Göç etmek gerçekten de kolay bir şey değil. Pek çok zorluğu ve engeli beraberinde getiriyor.

Yaralarımı pamuklara sarıyor, vatanımı kalbimde taşıyordum.


Türkiye'ye sekiz yıl önce geldim. Yürüttüğüm faaliyetler, yazılarım ve medya çalışmalarım dolayısıyla hükümet tarafından takip altına alındığım için ailemle birlikte Suriye'den ayrılmam gerekti. Beni öldürmeye çalıştıkları süreçte birtakım yaralar aldım ve oradaki hayatımı sürdüremedim. Böylece Türkiye'ye gelip burada kaldım.

Her yazar ve her göçmen, göç ederek zorlu yolu seçmiş demektir. Göç etmek gerçekten de kolay bir şey değil. Pek çok zorluğu ve engeli beraberinde getiriyor. Çoğumuz hükümet ve silahlı milisleri tarafından takip edildik. Hayattan bir ümidimizin kalmadığı gibi bir de evlerimiz ve şehirlerimizden çıkmak zorunda kaldık. Duygularımızı, kanayan yaralarımızı ve acılarımızı da yanımıza alarak iltica ettik. Beni evimden ve şehrimden uzaklaştıran her bir adım, fiziki yaradan çok daha acı vericiydi; zirâ sahip olduğum her hatıra, akan kandan daha tazeydi.

Yaralarımı pamuklara sarıyor, vatanımı kalbimde taşıyordum. İkisi de kendini unutturmuyordu. Kan durmadan akarken anılar ise kendini sürekli hatırlatıyordu. Geri dönmeyeceğimiz hissi, geri dönme ümidine galebe çalıyordu. Tüm bunlar yazarın kaleminden illâ ki dökülür, kitaplarının satırlarında illâ vuku bulur. 

Bunlar yalnızca bize özel değil, bütün bir halkın sürgünü bu. Her hikayede mutlaka bir çocuk, bir kadın veya bizim gibi bir yaralı bulunuyor. Aynı trajediyi yaşayan, aynı yollarda yürüyen, aynı felaketleri yaşayıp sınırları aşmak zorunda kalan birileri.

Nereye ait hissettiğime dair kesin bir cevap veremem. Hayatımın büyük bir kısmı memleketim dediğim, ailem ve hatıralarımın, yürek bağımın bulunduğu Suriye’de geçti. Orada umudumu kaybedinceye dek beş yıl boyunca mücadele verdim. Bu yıllar benim için çok değerli. Diğer yandan ise sığındığım ülkede mülteci konumuma rağmen istikrarlı bir hayat sürdüm. Bu misafirperver ülke, en zayıf anımda bana kucak açtı. En önemli romanlarımı burada yazdım.

Tekrar ayakta durmak için elimden geleni yapmaya çalıştım, geldiğim günden beri kimseye yük olmak istemedim. İlk önce çeşitli kanallarda programcılık, yazarlık ve editörlük yaptım. Ardından ise İstanbul'da bir yayınevi ve bir kültür kafesi açtım. Yazarlar ve edebiyatçılar ile tanışıp eserlerini yayınladım. Kitap Sarayı adlı yayınevi şuan dört yaşında!

O sebepledir ki İstanbul evim, Türkiye memleketim, Türk halkı ise kendi halkım gibi. Zirâ ben, buranın ekmeğinden yiyip suyundan içtim.

Kişinin vatanı her zaman doğduğu topraklar olmayabilir. Asıl vatan, yaşamın onurlu ve hür bir şekilde sürdürüldüğü yerdir. Nitekim Türkiye, özgürlüğü ve onurlu yaşama hakkını bize vermiştir. Bu hususları ordunun iktidarı ele geçirip halkına zulmettiği, hapishanelerin düşünürler, edebiyatçılar, yazarlar ve aydınlar ile dolu olduğu kendi ülkemizde bulamadık.

Burada kendi evimdeymiş, yuvamdaymış gibi güvende, huzurlu, onurlu ve özgür hissediyorum. Bu sebeple bu ülkede daha büyük işler yapmak, daha çok şey üretmek istiyorum; böylece bir teşekkür mahiyetinde güzel bir iz bırakabilir, her gece yaptığım gibi çocuklarıma bu iki memleketin hikayesini gönül rahatlığı ile anlatabilirim. Bu iki memleketten birini yalnızca uzaktan dinleyen, diğerini ise teneffüs eden çocuklarıma…

HAEL SROUR: Suriyeli şair, yazar ve öğretmen.

Hayallerimin ve edebi hedeflerimin gerçekleşmesini sağlayan Türkiye, benim ikinci memleketim konumunda.

En önemli Türk ve Arap kişiliklerini konu edinen 107'den fazla videom var.


Suriye İç Savaşı’nın başlaması ardından toprakların artık bana dar gelmesi üzerine 2012’de Türkiye’de geldim. Özgürlük ve baskı arasındaki ilişkiyi açıklamamızı engelleyen rejim, kendi istediği yoldan gitmeyen her yazar ve gazeteciyi keyfi gözaltına alıyordu. Bu sebeple Türkiye’nin sığınağım olduğuna inandım.

İkinci vatanım Türkiye'ye ayak bastığımda inandığım bir şey vardı. Kurtlar sofrasına düşmek üzere olan hayalimi gerçekleştireceğimden emindim artık. Türk yazarların, şairlerin, edebiyatçıların ve aktivistlerin yanımdaki duruşu ve Türk-Arap kültürel yakınlaşmasına katkı sağlamama yardım edişleri sayesinde bugün olduğum noktaya, Türk kültür cemaatinin ayrılmaz bir parçası haline geldim.

İlk vatanımda bir yabancıydım sanki. Kayıp veya komada gibiydim. Çirkin imajını saklamak için yalanlar uyduran rejim, gerçekleri öğrenmemi kasten engelliyordu.

Burada geçici Suriye okullarında öğretmen olarak çalışıyordum, entegrasyonun ardından beş yıl Türk okullarında öğretmen olarak yer aldım.

Bir grup Arap ve Türk yazar ve müzisyenle birlikte “Mültecileri ve Haklarını Geliştirme Vakfı” adlı bir edebiyat ve kültür kurumu kurduk. Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği, masrafları kendilerine ait olacak şekilde ilk şiir divanımı basarak beni onurlandırdı.

2018’de IGAM TV’nin Mülteci Edebiyatı adlı programını hazırlamakla görevlendirildim. En önemli Türk ve Arap kişiliklerini konu edinen 107'den fazla videom var.

Yaklaşık beş yıl önce Türk vatandaşlığını aldım. Bundan gurur duyuyorum. Hayallerimin ve edebi hedeflerimin gerçekleşmesini sağlayan Türkiye, benim ikinci memleketim konumunda.