Mustafa Akkad Hakkında Bir Söyleşi
Mustafa Akkad'ın meşalesi, kendisini teslim alacak kişiyi bekliyor
Alaaddin Hüsso


Büyük çabaları ve gayretiyle küresel düzeyde şöhrete ve başarıya ulaşan Mustafa Akkad, yeteneği ve tecrübesiyle ülkesine hizmet etmek için çalışmış, başta İslam dünyası olmak üzere tüm dünyada ün kazanmıştı. Yazar, anlatıcı ve radyo yayıncısı Alaaddin Hüsso ile yaptığımız bu söyleşide, Araplar kadar Türklerin de tanıdığı bu yaratıcı kişiyi konuştuk.

Sınır tanımayan tutkusu ile derslerinde başarı elde eden Akkad, üniversitedeki ilk ödülünü, hazırladığı "el-Hamra Sarayı" isimli belgesel filmiyle kazandı. Mütevazı bir şekilde televizyonda çalışmaya başlayarak belgeseller sunan Akkad, film montajında tecrübe kazandı. Yaptığı çalışmaları CBS ve United Artist şirketlerine sundu.

Öncelikle Alaaddin hocam, büyük bir yetenek olan Mustafa Akkad'ın kariyeri başlangıcına sizce nasıl bir başlık atabiliriz?

Başlangıç: Sınır tanımayan bir tutku


ABD'de yönetmenlik okumak istediğini söylediğinde arkadaşları onunla alay etmişti. Ancak 1930 yılında Halep'te eğitimli, muhafazakar ve dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu Halepli gencin tutkusu, onu tanıyan herkesin düşünce gücünün ötesindeydi. Sinema aşığı Mustafa Akkad, sinema salonunda çalışan bir komşusu aracılığıyla sinemayı yakından tanımış; onun yanında filmin nasıl hazırlandığını, istenmeyen sahnelerin nasıl kesilip birleştirildiğini ve nasıl sunulduğunu gözlemlemişti. Bununla yetinmeyerek bir film projektörü satın alarak evinde film gösterimine başlamış; ABD üniversitelerindeki yönetmenlik eğitiminde kullanılan kitapları getirtmişti. 60'lı yıllarda cebinde babasının verdiği 200 dolar ve yine babasından aldığı en muazzam hediye olarak gördüğü Kur'an-ı Kerim ile Beyrut Havalimanı'ndan ayrılmadan önce bu kitaplar üzerinde çalışmıştı.

Los Angeles'a varıp Kaliforniya Üniversitesi'nde yönetmenlik eğitimi almaya başladığında, Arap öğrencilerin kendilerine imkan verildiğinde diğerleri kadar zeki, bilgili ve yetenekli olabildiklerini keşfetti. Sınır tanımayan bu tutkusu ile derslerinde başarı elde eden Akkad, üniversitedeki ilk ödülünü, hazırladığı "el-Hamra Sarayı" isimli belgesel filmiyle kazandı. Mütevazı bir şekilde televizyonda çalışmaya başlayarak belgeseller sunan Akkad, film montajında tecrübe kazandı. Yaptığı çalışmaları CBS ve United Artist şirketlerine sundu. Nitekim Akkad bunlardan şu şekilde bahsediyor: "Belgesellerde ve çekimlerinde çalıştım. Bu sayede montaj işinde tecrübe kazandım. Bence montajı bilmeyen yönetmen, yönetmen değildir."

Batıda okuyup ihtisas yapan herkes memleketine dönme arzusu ile başarılarını ilerletme arasında bir ikileme giriyor. Acaba Akkad için de aynı şey oldu mu?

Meşalenin ilk kıvılcımı


Mustafa Akkad eğitimini tamamladıktan sonra memleketine dönmeyi düşünse de, tutkusu orada kalarak devam etmesini sağladı. Uluslararası film yönetmeni Alfred Hitchcock'un yanında asistanlık yapmaya başlayarak ABD'lilerin çok sevdiği bir korku filmi serisi olan Halloween'ın (Cadılar Bayramı) yönetmenliğini yapma ve "Dünya Bizi Nasıl Görüyor" filmlerinin hazırlığında çalışma tecrübesi elde etti. Dünyanın birçok bölgesinde dolaşarak çeşitli kültürlerle tanışan Akkad, bu esnada ilk evliliğini ABD'li meslektaşı Patricia ile yaparak üç çocuk sahibi oldu. Böylece çocuklarının geleceği yönünde kaygılanmaya başlayan Akkad, bu kaygısı hakkında şunları söylüyor:

"Onlara dilimizi ve dinimizi öğretme sorunu hep aklımı kurcalıyordu. Hatırlıyorum da, o dönemde nasıl da gösteriler düzenliyor, çocuklarımızın eğitimini sağlayacak olanaklara sahip değiller diye nasıl da Arap ofislerine ve elçiliklerine saldırıyorduk. Sonrasında ise başkalarını suçlamak yerine kendimi suçlamam,  bu alanda bir şeyler yapmam gerektiğini fark ettim."

Batı'ya ve kendi çocuklarına İslam dininin gerçek mahiyetini gösterecek eserler sunma meşalesi işte burada alev aldı. En büyük derdi hürriyet olan Akkad; ihtiyaçların insanları hürriyetlerinden alıkoyduğunu, bu yüzden ticari amaçlı filmlerin kendi hürriyetinin senedi olduğunu söylüyordu.

Sizce Halepli Müslüman yönetmen Mustafa Akkad'ın hayatında en öne çıkan hadise nedir ve bu hadise hangi mesajı veriyor?

Çağrı filmi, kariyerindeki ilk kıvılcımdı.


Kuşkusuz Akkad'ın hayatında en öne çıkan hadise, Çağrı filmiydi. Zirâ dünyayı yerinden oynatan bir filmdi bu. Öylesine engellerle doluydu ki, bir engeli aştığında daha sert bir engel beliriyordu karşısında. Ancak bu ışıldayan meşale, öyle alelade bir meşale değildi; engellerin estirdiği rüzgar onu söndüremedi. Bu meşale, düşüncenin yetersizliğini ve önyargıya olan bağlılığı ortaya çıkartmıştı. Öyle ki filme karşı çıkanların çoğu daha izlemeden karşı çıkmış; izledikten hemen sonra ise kutlayarak arkasında durmuşlardı.

Akkad, filmi Doğu ile Batı arasındaki bir köprü olarak gördü; bu, onun için bir nevi kişisel görevdi. Filmi türlü zorluklara rağmen tamamlayabilmesi ardından gösteriminin önündeki engeli de aşmayı başardı. Nitekim dönemin Ürdün Kralı Hüseyin, filmin açılışını gerçekleştirmiş, gösterime girmesi için teşvik etmişti. Ürdün'den diğer ülkelere yayılan film, ardından Avrupa'da gösterime girmiş ancak ABD'de gösterime girememişti. Zirâ Washington'da, binaları zorla ele geçirip insanları rehin alan Hanefi mezhebinden Abdulhalis sorunu vardı. Filmde ne Resulullah'ın (s.a.v) ne de dört halifeden kimsenin suretinin bulunmadığını bildiği halde, Resulullah'ın (s.a.v) suretinin canlandırıldığını iddia eden Abdulhalis, filmin gösterildiği her salonu yakacağı tehdidinde bulunuyordu. Akkad ise bir röportajında bu durumu şöyle anlatıyordu:

"Filmi ABD'li seyirciye izletme fırsatını kaçırmak beni çok etkilemişti fakat öte yandan İslam'ı koruyan Müslümanlar olduğunu gördüğüm için de mutluydum. Görüşleri yanlış olsa da, filmi durdurmak için canlarını ortaya koyma noktasına gelmiş Müslümanlar olmasını takdir ettim. Bugün ise filmin televizyonda yayınlandığını, daha önce filmin karşısında duranların şimdi arkadaşlarına izletmek istediklerini görüyorsunuz."

Alaaddin hocam, sizce Akkad'ın sanatçı rolü ve taşıdığı mesaj nedir?

Sinemacı rolü


Aslında Akkad'ın zihninde uzun bir program vardı. İtalyan sömürgecilere karşı Libyalı devrimci Ömer Muhtar'ı konu alan "Çöl Aslanı" filminin ardından Ömer bin Hattab, Ali bin Ebu Talib, Selahaddin Eyyubi ve Endülüs hakkında dört film çekmeyi düşünüyordu. Son film, Endülüs'ün refah dönemi olan Abdurrahman Nasır (III. Abdurrahman) dönemini konu alıyordu. Halifelerle ilgili projelerinde, halifelerin suretlerini somutlaştırmadan onlar hakkında film çekmenin imkansız olduğu engeline takıldı. Bu konuda diğerleriyle aynı fikirde olsa da, İslam'ın azametinin, Ömer'in adaletinin ve Ali'nin kişiliğinin, Batı dünyasına hak dinimizin bir suretini gösterebileceğine inanıyordu. Aslında bu sorunun çözülebileceğini ama çatışmaya girmek istemediğini söyleyerek Selahaddin Eyyubi ve Endülüs filmleri üzerinde çalışmaya karar verdi. Selahaddin Eyyubi ile ilgili bir film yönetme arzusunu şu sözlerle ifade etmişti: "Haçlılar ve Selahaddin Eyyubi arasındaki mücadele, dini bir mücadeleden ziyade bir Doğu-Batı çatışması ve sömürgeciliğe karşı bir mücadeleydi. Haçlıların Kudüs'e giderken birçok kiliseyi ve örneğin Macaristan gibi birçok Hristiyan medeniyetini yakması da bunun kanıtıydı. Dolayısıyla bu mücadele Müslümanlara karşı bir Hristiyan mücadelesi değil, yağma ve hegemonya çetelerinin dini kisveye bürünmesiydi. Ortodoks Arapların Haçlılara karşı Arapların yanında savaşması da buna bir diğer kanıttır. Arap dünyasında Siyonizmi tıpkı Haçlılar gibi yabancı bir varlık olarak gören Akkad, Endülüs filmi hakkında şunları söylemişti: "Bütün hikayelerimiz savaş ve yıkımla ilgili. Ancak bu günlerde uzayı işgal eden roketlerin bunlarda bir rolünün olduğunu, aynı şekilde astronomi, kimya ve diğer şeylerin de filmlerimizin arka planı olması gerektiğini kimse bilmiyor." Akkad'a göre, Arapların durumu Endülüs'ün yıkılışına benziyordu; bazılarına karşı çok güçlü dursalar da İsrail'e karşı yalnızca birkaç gün dayanabilmişlerdi.

Sinemacı rolünü, insanların içgüdülerini tatmin ederek salondan gururla çıkmalarını sağlamaktan ziyade, salondan çıktıklarında bir şeyleri değiştirebilmelerini sağlamak olarak görüyordu. Ömer Muhtar filmi gösterime girdiğinde Akkad, Arapları Siyonizm'e karşı kışkırtacağını düşünmüştü; fakat filmden sonra Hindistan'da mitingler patlak verdiğinde kimse yerinden kımıldamadı.

Mustafa Akkad'ın vefatı ardından ülkesine ve ümmetine hizmet eden, hak ve adaleti savunan yaratıcılık meşalesi söndü mü?

Meşaleyi kim devralacak?


Akkad'ın Fatih Sultan Mehmed'i konu alan bir film projesi olduğu, bu amaçla Türkiye'ye gittiği ancak o dönem kendisine kulak veren kimseye denk gelmediği söyleniyor. Ne olursa olsun Çağrı filmi, tüm zorluklara rağmen Müslümanlar ve İslam hakkında bilgi sahibi olanlar için değil fakat, İslam hakkında hiçbir şey bilmeyenler için bir şeyler başarabilmişti. Nitekim film, olanağı olmayan çocuklara ve İslam hakkında hiçbir fikri olmayan ecnebilere yönelik çekilmişti. Bunun en büyük örneği "Ben İslam ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum, artık biliyorum. Müslüman olmadığım doğru ama artık İslam dinine daha çok saygı duyuyorum." diyen oyuncu Anthony Quinn'dir. Film, Akkad'ın umduğunu başarmıştı. Ancak tarihin tamamını tek bir filmde sunmak zor olduğu için Selahaddin Eyyubi ile ilgili üçüncü bir film çekmek istemişti. Her şey hazırdı ama kader buna izin vermedi. Sert geçen 2005 sonbaharının 9 Kasım'ında, Amman'daki Radisson SAS Oteli'nde Akkad seyehatten dönen kızını karşılamak üzere lobide bulunduğu esnada bir intihar saldırısı düzenlendi. Kızı Rima olay yerinde hayatını kaybederken ameliyattan iki gün sonra vefat eden Akkad ise elindeki meşaleyi yol ortasında bıraktı. Tıpkı "Çöl Aslanı" filminde çocuğun Şehit Ömer Muhtar'ın gözlüğünü teslim alışı gibi biz de birinin bu hikayeyi tamamlamasını, meşaleyi teslim almasını bekliyoruz.