MUHAMMED IMAD MAHUK
SÖYLEŞİYİ YAPAN: PEREN BİRSAYGILI MUT

Hat sanatı; sabır, gayret ve samimiyettir

Halepli hattat Muhammed Imad  Mahhouk'la Müşterek Dergisi için konuştuk

Halep’te gelenek görenek bakımından Arap ve Türk aileler arasında ciddi bir benzerlik ve yakınlık vardı.

Fark ettim ki sanatın varoluşu; savaşın tüm çirkinliklerine karşı yaşıyor olmayı, tefekkür etmeyi ve hissetmeyi vurgulamak demekti.

Yazdığım sözlerin asıl kaynağı, dilsel mucizeyi içerisinde barındıran Kur'an-ı Kerim'den geliyor.

Kendimize güvenmeli, Batı’dan zaten bizim olan eşsiz güzellikleri bize sunmalarını beklememeli, harekete geçen biz olmalıyız.


Doğduğunuz Halep şehri, tarih boyunca Anadolu’dan Mezopotamya’ya, Akdeniz’den İran’a uzanan önemli yolların kavşak noktasında bulunmuştur. Dolayısıyla köklü bir tarihe ve kültürel mirasa sahip. Osmanlı döneminde Halepli ve İstanbullu sanatkârlar arasında da büyük bir etkileşim olduğunu biliyoruz. Halep’in bu öncü rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğu ile Batı’nın, Kuzey ile Güney’in bir araya geldiği noktada yer alan kadim yerleşim yeridir Halep. Coğrafi konumu sayesinde yüzyıllar boyunca eski uygarlıklara ev sahipliği yapmış, göçlerin yapıldığı, kervanların geçtiği, sanayi, zanaat ve sanat merkezi haline gelmiştir. Mimarisiyle, barındırdığı sosyallik ve sanat ile, daha doğrusu her şeyi ile zengin bir şehirdir Halep. Ulusların ve uygarlıkların deneyimlerinin bir araya geldiği, hayatın her alanında bir hareketliliğin kaydedildiği şehir olmuştur. Hayranlık beslediğim memleketimden bahsederken mütevazi olamayacağım. Şairler, yazarlar, gezginler ve sanatçılar da bu eşsiz şehre hayran kalmıştır. Ayrıca Halep lehçesinde Arapçanın yanı sıra Türkçe, Süryanice ve eski Aramiceden kelimeler, deyişler ve terimler bulabilirsiniz.

Tarım alanları, tekstil fabrikaları, konsolosluklar, hanlar, İstanbul’daki Kapalı Çarşı’nın bir benzeri büyük çarşılarıyla Halep, Osmanlı döneminde devletin İstanbul ve Kahire’nin ardından gelen ekonomik, ticari ve endüstriyel eyaleti konumundaydı. Eskiden ekonomik kriz çıksa Halep’in diğer eyaletlere destek verebileceği söylenirdi. Halep’te gelenek görenek bakımından Arap ve Türk aileler arasında ciddi bir benzerlik ve yakınlık vardı. İki ırk arasındaki akrabalıklar çok fazlaydı. Kendimden örnek vermem gerekirse, dedem Arap, anneannem ise Türk kökenli. O yüzden Türk şehirlerini, bilhassa İstanbul'u ziyaret ettiğimde insanlar yabancı gelmiyor.

Halep, 2006’da İslam Kültür Başkenti unvanını kazanmıştır. Zirâ Hulefa-i Raşidin döneminden Emeviler, Abbasiler, Memlükler, Eyyubiler ve hatta Osmanlılara kadar çeşitli dönemlere ait eserlere, camiler, medreseler, hastaneler, Eyyubi dönemine dayanan görkemli Halep Kalesi gibi eski yapılara ev sahipliği yapıyor.

Halep’teki çocukluk günlerinizden, hat sanatı ile nasıl tanıştığınızdan biraz bahseder misiniz?

Hat sevdam ise küçük yaşlarda, ilkokul yıllarında alfabeyi öğrendiğim sırada başladı. Öğretmenimin cesaret verici ve motive edici yaklaşımı, sınıftaki akranlarımın arasında bana avantaj sağlıyordu. Bir keresinde ‘vav’ harfini güzel yazdığımı söylemiş, bu sözü beni hem çok mutlu etmiş, hem de çok etkilemişti. Gönlümde ömrüm boyunca sürecek hat sevdasının tohumlarını atmıştı adeta. Sonrasında beni etkileyen, Allah rahmetini bol eylesin babamın el yazısındaki güzellikti. Benim için bir model niteliğindeydi, her detayını taklit etmeye çalıştım. Kendisi profesyonel bir hattat değildi, ancak büyük hocalarda bulamadığım, kendine has bir üslubu vardı. Kurşun kalemi ile tüm çalışanların isimlerini, ücretlerini, aylık hesaplarını kaydeden bir muhasebeciydi. Tuğrayı andıran imzasını dahi taklit etmeye çalışırdım. Taklitte oldukça iyiydim. O benim en özel hat hocamdı, sevgi ve şefkatle onu izliyordum. Dolayısıyla aslında beni hat ile buluşturup bu sanata sevdalanmamı sağlayan, babamın el yazısıydı.

Sonrasında ise 1990 yılında İstanbul’da Hattat Hasan Çelebi ile tanıştım. Kendisinin verdiği iki derse katıldım. Bunlar bazı detayların, tashihin, sülüs yazısındaki bazı ayrıntıların anlatıldığı derslerdi.

Sizin Fen Fakültesi Nükleer Fizik Bölümü'nden mezun olduğunuzu, aynı zamanda matematik okuduğunuzu biliyoruz. Hat ve matematiğin ilişkisi oldukça ilgi çekici gerçekten. Bu farkındalığa nasıl ulaştınız? 

Evet Fen Fakültesi Nükleer Fizik Bölümü'nden mezunum. Matematik sevgisi, matematiksel düşünme biçimi, matematiğin temelinde yatan geniş alan ve özgürlük düşüncesi, aslında hattı, harflerin geometrisini, harfler ile anlamları arasındaki bağı, anlamı, sırları ve incelikleri temsil ediyor. Yazdığım sözlerin asıl kaynağı, dilsel mucizeyi içerisinde barındıran Kur'an-ı Kerim'den gelmekte. Bu mucize, sözün ve metnin güzelliğini ifade etmem için bana geniş ve ferah bir alan sağlıyor. Böylece Allah’ın dilediğine uzanan bir merdivenden çıkıyormuşum gibi geliyor. Eskiden, hat sanatının bedensel makine ile ortaya çıkan ruhsal bir mühendislik olduğu söylenirdi.

Hat sanatı gibi çok köklü bir geçmişe ve görünürde açık siyasi bir muhtevaya sahip olmayan bir sanat dalıyla meşgulken, neden bu kadar engelle karşılaştınız ülkenizde? Suriye rejiminin bu sanatın köklerine olan düşmanlığından mı kaynaklanıyordu?

Halep’te Biladu’ş Şam Konferans Salonu’nda ilk hat sergimi düzenlemiş, o sırada resmi televizyonda yayınlanacak bir röportaja katılmıştım. Sorulan sorular çok yüzeysel ve basitti. Yalnızca hat türlerinden bahsediliyordu. Ben ise derin bir bakış açısıyla uzun cevaplar verdim. Arap yazısı ve hat sanatının kültürel mirasımızdaki yerinden bahsettiğimde röportajı yapan kişi garipsedi. Çalışmalarımdan bahsederken birkaç kez Kuran-ı Kerim’i zikretmiş bulundum. Karşımdaki kişi Kuran-ı Kerim’den bahsetmeyi mümkün olduğunca azaltmamı isteyince şaşırıp kaldım. Röportajım elbette ki yayınlanmadı. Bu yaşananlar, hat sanatı ve sanat mirasına ilişkin cehaleti, ilgisizliği ve ihmali tam olarak özetliyor. Bu sanata destek verilmediği gibi, sanki bu sanata karşı bir savaş yürütülüyor. Sırf İslam sanatlarından biri olması ve Kuran-ı Kerim ile bağlantısının bulunması dolayısıyla. Hat sanatı aslında hattatların binbir çaba ve emeğiyle ayakta kalıyor.

Bir dönem, sanırım 80’li yılların sonunda, İstanbul’a geldiğinizden ve Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde çalıştığınızdan haberdarız. Bize biraz o dönemden bahseder misiniz? Orada tanıştığınız ve unutamadığınız hocalar var mıydı? 

1990 yılında gazetede İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde (IRCICA) yazma eserlerin restorasyonu için bir kurs açıldığına dair bir haber okumuştum. Birkaç gün içerisinde hazırlanarak doğrudan İstanbul’a geldim. Katılımcıların İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) tarafından seçildiğini bilmiyordum. O zaman Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun başta olduğu IRCICA yönetimi, önceden planlanmadığı halde kursa kabulümü sağladı. Tüm detaylarıyla benim için yeni bir başlangıçtı. Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki el yazmalarının restorasyonunu inceleme fırsatı buldum. Türk ve Azeri öğrenciler vardı. Kendi ülkelerinin ulusal arşivlerdeki yazma eserlerin restorasyonunda çalışan bazı Afrikalılar da gelmişti. Hocalar hattat olduğumu biliyor, daha önce restorasyonda çalışıp çalışmadığımı soruyorlardı, çalışmadığımı söylüyordum. Ancak çabuk öğreniyordum. Her gün olağanüstü güzellikteki nadir el yazmalarını ayrıntılarıyla inceliyor, türlü tecrübeler ediniyordum. Daha sonradan kendi eserlerimde bu tecrübelerden çok yararlandım. Bana sevgi ve özenle değerli bir incelik yapmış oldular. Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi gibi değerli bir yerde bulunmak dahi benim için çok özeldi. Zaman zaman o güzel günleri anımsıyorum. Şuan harap haldeki Halep sokakları ve eserlerine hasret duyduğumda bu hatıralar bana iyi geliyor.

Çalışırken en fazla etkilendiğinizi söylediğiniz özel bir tablonuz olduğunu biliyoruz. İsmi; İhlas tablosu. Başında Memluk süslemeli Fatiha suresi, ardından çevresinde Kehf suresi, sonu Vakıa suresi ve panonun ana gövdesi sadece İhlas suresi mevcut değil mi? Kuran ayetlerinin hat sanatı ile buluşması ve bu esnada bir sanatçı olarak yaşadığınız duygunun tarifi çok zor olmalı. Biraz bahsetmenizi rica edebilir miyiz? 

Bir metre 65 santimetre uzunluğunda fildişi rengindeki söz konusu tabloda dediğiniz gibi dört sure yer alıyor. Memlük stili çerçeve içerisinde reyhani hat yazısı ve altın detayları ile Fatiha suresi, ardından besmele ve tablonun çevresini tamamen kaplayan, kırmızı ve yeşil ayrıntılarıyla, yaldızlı figürleriyle Kehf suresi geliyor. Hicri dördüncü yüzyılda yaşamış hattat İbnü'l-Bevvab’ın tarzında bir besmele, ardından reyhani stilde kahverengi, siyah, mavi, yeşil, Hint kırmızısı renkleriyle İhlas suresi, aynı zamanda kahverengi ve yeşilin bulunduğu, yaldızlı detaylarıyla Vakıa suresi yer alıyor. Özel bir kutuda mahfuz haldeki tablo, bendeniz hattat Muhammed İmad’ın 1425 hicri tarihli imzası ile son buluyor.

Bu çalışmayı tamamlamak 18 ay sürdü. Bana işte ve hayatta ihlas ile ilgili gerçeği öğretti. Sanat eleştirmeni Esad Arrabi, eseri gördüğünde hat sanatında ve Arapça yazmalarda bir asırdır böylesine kusursuz ve güzel bir esere imza atılmadığını söylemiş, beni gururlandırmıştı.

Gazze Savaşı esnasında, geliri Filistin halkına bağışlanmak üzere muazzam bir çalışmaya imza attınız. Özel bir Kudüs tablosu… Bu tablonun ortaya çıkış hikâyesi nasıldı?

2008'de İsrail'in Gazze'ye saldırısı sırasında, Gazzeliler adil olmayan bir savaşta her türlü katliama ve yıkıma maruz kaldığı anda Suriye halkı her zamanki gibi zulme karşı Filistinli kardeşlerinin yanındaydı. Kardeşlerimizin yanında olmak için bir şeyler yapmak, yardım eli uzatmak gerekiyordu. Tüm Araplar ve Müslümanların gönlünde önemli bir yer edinen Kudüs’ü ve Filistinli kefiyesini konu alan bazı tablolar çizilmişti. Bende Filistin kefiyesini kufi yazı ile bir araya getirdiğim bir tabloya imza attım. Çalışmalardan elde edilen tüm gelir, çocukların ve Filistin halkının yararına kullanıldı.

Ülkemizde bulunmanız bizim için çok büyük bir onur. Kaç senedir İstanbul’da yaşıyorsunuz? Hiç Türk öğrenci yetiştirdiniz mi?

Gaziantep'te yaşayan bir Türk öğrencim vardı. İstanbul’a gelmeye karar vermeden önce kendisini ziyaret etmiş, Halep'te sergiye hazırlanırken yaptığım tabloları da korkumdan, güvenli bir yerde durması için yanımda getirmiştim. Zirâ Halep’te savaş ve yıkım başlamıştı. Öğrencime Türkiye’ye taşınma düşüncemi açtığımda mutlu olmuş, Türkiye’de hat sanatına katkı sunacağımı vurgulamıştı. Bu konuşma beni cesaretlendirmiş, acı çekerek de olsa Halep'ten ayrılarak yazarların ve hattatların mekanı olan İstanbul'a yönelmeye teşvik etmişti.

Pek çok öğrencim var. Ders verebileceğim bir enstitü yahut vakıf olmadığı için dersleri bireysel olarak veriyorum. İstanbul’da iki farklı üniversiteden ders teklifi aldım, ancak dil bilmiyor oluşum engel oldu. Ben de kendimi orijinal tablolar ve el yazmaları yapmaya adadım.

Ortadoğu coğrafyasında son 20 yıldır yaşananlar malûm, siz de bir sanatçı olarak bu durumdan hem fiziki hem de duygusal anlamda çokça etkilendiniz. Bütün bu girift problemlerin ortasında sanatın misyonu nedir sizce? Ya da ne olmalıdır?

2012’nin tümünü Halep’te geçirdim. Normalde bir hafta sürmeyecek bir tabloyu her gün birilerinin öldüğü ve birilerinin göçüp gittiği savaşın ve yıkımın ortasında ancak bir yıl içerisinde bitirebildim. Bahsettiğim gibi önce tablolarımı Gaziantep’e taşıdım. Ardından ise Halep’e dönerek kağıtlarımı, kalemlerimi ve yanımda götürebileceğim hat malzemelerini topladım. Tablolarımı gösterebileceğim bir hat sergisi düzenlemek üzere bir sanat galerisi ile anlaşarak İstanbul’a yöneldim. Altı ay sonra Şalabi Sanat Galerisi’nde sergi açtım. Klasik renklerde yapılmamış, ancak ortak mirası sergileyen tablolarım, ziyaretçiler tarafından beğeni ile karşılandı. Bu imtiyaz beni kendime getirdi. Ortak noktalarımız dolayısıyla kendimi burada yabancı gibi hissetmedim. Ancak içten içe yoruldum. Zirâ ülkemdeki yıkım, diğer sıkıntılar ve ailemin geri kalanının Halep’te oluşundan duyduğum endişe beni İstanbul gibi büyük şehirde dahi yalnız bırakmadı. Diğer yandan ise aslında başladığım her bir tablo, öncelikle hayatta olduğumun, içimdeki güç, yetenek ve hayat sevgisinin bir kanıtı niteliğindeydi.

Tüneldeki ışığım, tablolardı. Her bir eser yenilenen bir hayat demekti. Sanat, yıkıma ve katliama karşı koymaktı benim için. Ben bu sanatı kullanarak aslında tüm acılara rağmen elimden gelenin en iyisini yaptığımı gösteriyordum. Fark ettim ki sanatın varoluşu; savaşın tüm çirkinliklerine karşı yaşıyor olmayı, tefekkür etmeyi ve hissetmeyi vurgulamak demekti.

Türkiye coğrafyasında geçmişten ya da günümüzde size ilham olabilecek yahut üslubuyla ünsiyet kurduğunuz sanatkârlar oldu mu? Varsa hangi yönleriyle zikretmek istersiniz?

Ortaokul yıllarımda hat sanatını öğrenmeye başladığımdan bu yana Hattat Sami Efendi, Mustafa Rakım Efendi, Halim Efendi, Şevki Efendi, 20. Yüzyıl hattatı büyük sanatçı Hamit Aytaç ve nicelerini örnek aldım. Ahmed Karahisari ise beni en çok etkileyenlerdendi. Süleymaniye Camii'ndeki kubbe yazılarını ilk gördüğümde oldukça şaşırdım. Kaleminden çıkan o muntazam harfleri, bilhassa muhakkak hattı aracılığıyla benimle konuşuyordu sanki. Nitekim bu dev isimlerden çok şey gördüm, çok şey öğrendim. Yüz yüze tanışma fırsatı bulamamış olsak da bu şahıslar benim hocamdı.

“Sanat, sanat içindir ya da toplum içindir” konulu asırlardır tartışılan meseleye siz nasıl bir açılım getirmek istersiniz? Topluma kattığı değer açısından hat sanatını diğer sanat dallarından ayrılan yönleri nelerdir?

Kadim zamanlarda hüsn-i hat sanatı, ilk ve ortaokullarda, tekkelerde okutulurdu. İlkokullardan devletteki en üst kademelere kadar ilgi gösterilen bir sanat dalıydı. Osmanlı halifeleri de bu sanatın önde gelen destekçilerinden olmuştur. Hatta birçoğu hat ile bizzat meşgul olmuştur. Estetiği, din, Kuran-ı Kerim, ahlak, mimari ve tasavvuf ile bağlantısı dolayısıyla halk arasında da yaygın ilgi gören bir sanattı. Hattat; toplum dahilinde büyük bir prestije, takdire, saygıya ve yüksek lütfa layık görülüyordu. Gösterilen bu değerler, hattatları ellerinden gelenin en iyisini yapmaya teşvik ediyor, böylece yaratıcılık ve ustalık yüksek seviyelere ulaşıyordu.

Burada sanat için sanat söz konusu diyemeyiz. Öyle olsaydı, tabloyu kimsenin ulaşamayacağı bir yerlerde tutan bir sanatçı olurdu. Halbuki tablolar sanatçıların nihai özgürlükleridir. İnsanların etkileşimi, bir duygu ve düşünce aktarımı olmasa, sanat eserlerinin güzellikleri yarım kalır, amacına ulaşmaz.

Bugün geleneksel sanat dallarının yeni yeni keşfedildiğini ve özellikle Batılılar tarafından “geometrik desenler ve İslâm estetiği” konulu birçok çalışmaya imza atıldığını görüyoruz. Avrupa ülkelerinde İslâm sanatlarına özel atölyeler, enstitüler ve müstakil platformlar tesis ediliyor. Biz ise kendimizden olanı, onların merakı doğrultusunda dolaylı olarak öğreniyor gibiyiz. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğu toplumlarının kendi kültürel mirasına olan yabancılığı nasıl aşılır?

Ne yazık ki kültürel mirasımız, tarihimiz, doğulu karakterimiz ve aklın hayalin ötesindeki zenginliğimiz konusunda oldukça ihmalkârız. Bunları hat sanatı ile meşgul olduğum için bir önyargı neticesinde söylemiyorum. Tarihimiz ve müzelerimiz; yüzlerce yıllık tablolar, el yazmaları, mimari eseler ve uygarlıklarla dolu. Sanki kapalı odalar ardında tutulan, yeterli bakım ve ilginin gösterilmediği büyük bir hazine gibi.

Avrupa ülkelerinde İslâm sanatlarına özel atölyeler ve enstitüler elbette ki önemli, ancak ecdadımızın bize miras bıraktıklarını aydınlatmaya yetmez. Bunlar bizim gurur kaynağımız, başkalarının değil bizim sahip çıkmamız gerekiyor. Çaba göstermeli, çalışmaları, dünya çapında kapsamlı sergiler açmalıyız. Sahip olduklarımız aslında tüm insanlığa birer katkı değerinde. Kendimize güvenmeli, Batı’dan zaten bizim olan eşsiz güzellikleri bize sunmalarını beklememeli, harekete geçen biz olmalıyız. Tarihi yeniden yazmalıyız.

Yeni yetişen genç kuşaklar için sanat zevki kazanmak adına somut önerileriniz olur mu? Nasıl bir yol takip etsinler, nereden başlasınlar?

Gençler bizim geleceğimiz. Hat sanatı ile hemhal olmak isteyenlerin sabırlı, samimi, gayretli ve hevesli olmaları gerekir. Böylece istediklerine mutlaka ulaşırlar. İlerledikleri, bir bitiş çizgisi olmayan bu yolda elbette ki türlü meşakkatle karşılaşacaklardır. Bilhassa yüzeysellik ve çelişkiler dolu bu hız çağında.

Önemli olan gençlere sahip çıkmak, bu sanat ile ilgilenen kurumlar aracılığıyla onların ihtiyaçlarını karşılamak. Estetik mirasımızın sürekli sergilenmesi, derinlemesine araştırılması, ilkokuldan üniversitelere ve diğer kurumlara kadar her türlü düzeyde yaygın hale getirilmesi gerekiyor.

IRCICA, yaklaşık 20 yıl önce, üç yılda bir düzenlenen milletlerarası hat yarışması gerçekleştirildiğinde binlerce kişi katılmış, hat sanatının yeniden doğuşu adeta gözler önüne serilmişti. Böylece hat sanatına olan ilgi ve teşvik artmıştı. Bu, tüm uluslar arasında gurur ve onur kaynağımız olan gerçek kimliğimizi geri kazanma yönünde atılmış adımlardan biridir.