Max Scheller’in Hınç Kavramı Üzerinden Bir Portre; Marat
Leyla Şenler
Fransız Devrimi’nin üzerinden henüz 1 sene geçmişti. Aslında meşhur bir doktor olan ancak uzun süredir ateşli bir devrim taraftarı olarak bilinen Marat, atlattığı bir sürü badirenin ardından Paris’e dönmüştü. Ve aynı zamanda editörlüğünü de yaptığı Halkın Dostu isimli gazetedeki yazıları ile etrafa öfke saçıyordu. En büyük düşmanlarından birisi de, Jirondenler olarak adlandırılan devrimin burjuva yanlısı ılımlı kanadıydı. Sürekli kavga halindeydiler. Hatta Jirondenler, anarşi ve terör yanlısı buldukları Marat’ı yargılatmayı becermişler ancak Marat her nasılsa beraat etmeyi başarmıştı. Hem ağzı çok iyi laf yapıyordu, hem de kolayca taraftar topluyordu kendisine.
Yargılandığı mahkemeden çıkarken, kendisini karşılamaya gelen kalabalığa dönerek “En az 100.000 kişinin kellesini istiyorum” diye bağırdığında dahi, büyük bir güce sahip olduğunun farkında olan insanlarda görülen türden bir rahatlık vardı üstünde o nedenle. Antoine Laurent Lavoisier isminde, modern kimyanın babası diye adlandırılan bilim adamı vardı. Bir ara, bilimsel bir tartışmadan yola çıkarak ona kafayı takmıştı. Ve gazetesinde aleyhine bir kampanya başlatarak, Lavoisier’in tutuklanıp giyotine gitmesini sağlamıştı. Adamcağız başına gelenler yüzünden o kadar şaşkındı ki, giyotine giderken dahi kaldığı yeri unutmamak için okuduğu kitabın arasına ayraç koymuştu.
Marat’ın da dâhil olduğu Jakobenler’in, ki içlerinde Robespierre ya da Mirbau gibi bir sürü güçlü simâ vardı, 400.000’den fazla üyesi olduğu söyleniyordu. Karşı-devrim tehdidi hepsinde öyle büyük bir takıntı haline gelmişti ki, sürekli yeni yeni düşmanlar buluyorlardı kendilerine. Marat’ın yanına da haliyle her gün birileri gelip gidiyordu. “Falancanın bizim için şöyle dediği söyleniyor”, “Filancanın devrime zarar vermek için elinden geleni ardına koymayacağı muhakkak” ya da “Duydunuz mu, bilmem kim devrim mahkemelerinin kararları arkasından atıp tutuyormuş”. Ve bu ateşli konuşmalar, her seferinde pek çok yeni insanın idam fermanının imzalanmasıyla son buluyordu.
Max Scheller’in meşhur Ressentiment yani Hınç kitabını okuduktan sonra hemen Marat geldi aklıma o nedenle. Scheller zihnimde senelerdir karanlık bir portre halinde duran Marat’ın beslendiği o hınç duygusunun hastalıklı yanını öyle güzel anlatıyordu ki. Aslında bu kavramı 1887 senesinde yazdığı Ahlakın Kökeni’nde ilk kez Nietzsche kullanmıştı. Ama Scheller’in ondan ayrıldığı taraflar vardı. Nietzsche hınç duygusunun izini Hristiyanlık inancının dehlizlerinde sürerken, Scheller farklı bir görüş ortaya atmış ve hıncı Hristiyan ahlakın yerine gelen burjuva ahlakıyla ilişkilendirmişti. Ve burjuva ahlakının en çarpıcı sahnesi de Fransız Devrimi’ydi zira en keskin tarafları, en çirkin yüzü bu esnada zirve yapmıştı.
Fransız Devrimi de Scheller’e göre hınç duygusunun fazla abartıldığında insanı zehirleyen o yanının tezahürü bakımından eşsiz bir örnekti. Güç dağılımı ve eğitimde derin uçurumların olduğu bir toplum, bu hıncın ortaya çıkması için en uygun zemindi ve Fransız toplumu da böyle bir toplumdu zaten. Hınç duygusunun adaletsizliğe karşı duyulan öfkede ve toplumsal çatışmalarda kendine yer bulması oldukça kolaydı o yüzden. Peki, hınçtan beslenen bir çatışma arzusunu, haksızlıklara karşı haklı bir mücadeleden nasıl ayıracaktık? Şimdiye kadar en çok bu sorunun cevabı üzerine düşünmüştüm. Marat’ı sevmemenin nedeni de bu sorunun cevabında gizliydi, biliyordum. Scheller’in anlattığı Ressentiment yani hınç olgusunun kökeninde, kişinin başka insanlara ve düşüncelere karşı duyduğu kızgınlık, intikam isteği ve haset gibi olumsuz duygular yatıyordu. Ancak hınç bunların hepsinin üstünde bir anlama sahipti. Zira kişinin içindeki öfke ve intikam isteği, amacına ulaştığında kaybolurdu, haddini aşmazdı yani. İntikam ateşi, sadece muhatabına yönelir ve intikam alındığında da sönerdi. Düşman olarak gördüğünüz her ne ise, gerekli cezayı verdiğiniz takdirde içinizin de soğuması gerekiyordu normalde. İşte böyle olmadığı zaman bunun adı ressentiment/hınç oluyordu.
Marat, karşıt görüşten bir kadın tarafından öldürülene değin yüreğindeki o zehirli duyguda hiçbir azalma olmamıştı. Ve böyle bir sonla karşılaşması büyük bir sürpriz değildi. Bulaşıcı bir ruh hali olan hınç, çabucak kitlelere yayılabiliyor ve duyulan da karşılığında hınç beslemeye başlıyordu. Her şey bitse, kavga etmelerine sebep olan tüm sebepler ortadan kalksa dahi devam edeceklerdi, bu duygu varoluş nedenleri haline gelmişti çünkü.