İltica Trajedisi
Mekan ve yerleşimcisinin despotik ayrılığı
İbtihal Kaddur
Kanada'da ikamet eden Suriyeli yazar
Hayatı boyunca birçok trajedi yaşayan insan, kimi zaman iyi, kimi zaman da kötü koşullardan geçer. İçinde bir yerlerde yaşadıklarından hep bir parça kalan insanın, sırtı ve kalbi derinliklerinde taşıdığı en ağır yük vatandır; bu yazımızda da bundan bahsedeceğiz.
Bir insanın doğduğu, çocukluğunu geçirdiği, deneyim kazandığı, aynı göğün altında ailesiyle ve akrabalarıyla başlayıp meslektaşlarına, arkadaşlarına, komşularına ve tüm tanıdıklarına uzanan bir ilişki ağını kurduğu mekan; kalbine bir bûse konduran, anılarını kucaklayan ve hayallerinin doğduğu yer olarak kalacaktır.
Hüsam Bey ile iletişime geçip onu mültecilere yönelik bir program kapsamında sosyal hizmet uzmanıyla görüşmeye davet ettiğimde bana isteksiz ve tereddütlü bir tonda cevap vermişti: "Sosyal veya psikolojik danışmanlığa ihtiyacım yok, her şey yolunda."
Sesindeki üzüntü ve çaresizliğe dair endişemi dile getirdiğimde ise gözyaşlarını tutamayıp şöyle dedi: "Aslına bakarsan ülkemi özlüyorum, hepsi bu."
Aslında depresyon ve travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip olan Hüsam'ın, gerçeği ortaya çıkaran ifadesi "ülke özlemi" olmuştu.
İltica hakkında konuşmak, çeşitli anlamlar üzerinde düşünmeyi gerektirir, bunlardan belki de en önemlisi "mekan"ın anlamıdır. Zirâ dışarıdan bakıldığında en zoru, insanın bildiği ve alıştığı mekandan ayrılmasıdır. Konuya yüzeysel bakacak ve yer değiştirmenin etkilerini merak edecek olursak, Allah'ın arzı geniştir; verdiği hayret, zevk, bilgi artışı ve ufuk genişliği göz önüne alındığında bu arzda seyahat etmek arzulanan bir husustur.
Özetle, eskilerden ve yenilerden, çeşitli sebeplerle mekanlarını değiştiren ve nihayetinde başarı elde edip işlerinde yükselenlerin hayat hikayelerine yer vereceğiz.
Bunların arasında memleketlerine dönenler de var, dönmeyenler de. Çağlar boyunca milletlerin yaşadıkları da bu şekildeydi.
O halde, insan ve mekan arasındaki ilişkinin gerçekliği nedir?
Veya "mekan"ın anlamı nedir? Arapça'da "bir şeyin varlığının konumu" anlamına gelen bu kelime, söz konusu kişilere göre ise "cismin kapladığı ve boyutlarını nüfuz ettirdiği sanrısal alan"dır.
Yani mekan, bir şeyin varlığının hayali bir tahminidir; nitekim aynı şeyin varlığı mekandan ayrılamaz.
Söz konusu kişiler, mekanı yerleşimcisi ile ilişkilendiriyor. Yani bir yeri, içindekilerden bağımsız olarak algılamıyor; daha ziyade bir şeyi, yerini ve zamanını tek bir bütün haline getiriyorlar.
Nitekim İbn Hazm, "el-Milel ve'n-Nihal" adlı kitabında mekan kavramına uzun uzadıya değinmiş; özetle zaman, mekan ve cismin tek bir bütün olduğunu dile getirmiştir.
Cüveyni de mekandaki en iyi şeyin, "kendisinde yer tutan" olduğunu ifade etmiştir.
Filozof İbn Rüşd ise mekanı, "canlı yaşamın bulunduğu alan" olarak görmüştür.
Mekanı, bizimle bir bütün olduğu için önemseriz. Daha da ileri gidecek olursak; felsefi olarak mekanın, önemini kişiden ya da onu işgal eden cisimlerden aldığını söyleyebiliriz.
Tanımlar derin ve fevkalade olsa da, iltica trajedisi karşısında pratikte bize yardımcı olamayacak. Mülteci olarak ülkesini terk eden herkese, "Üzülme, çünkü denklemin kaynağı sensin. Boşluk, senin içinde bir yere dönüşüp önemini senin varoluşundan alıyor; bu nedenle nerede olursan ol, burası hep senin yerin olacak..." diyemeyiz.
Bunları söyleyemeyiz, çünkü mesele kalbi atmayan cansız bir nesneyle değil; samimiyet, sevgi ve ilişki ile yoğrulmuş, duygu ve hislerden oluşan çamurdan yaratılmış bir varlıkla ilgili. Zirâ bu varlık ile bulunduğu mekan arasında derin, karmaşık ve tarif edilemez bir ilişki ortaya çıkıyor. Mekan, artık onu içine alan bir çerçeve ya da onu çevreleyen bir alan değil; aksine onun ruhu ve varlığıyla harmanlanan, yaşayan bir temel unsur haline geliyor. Böylece, bu denklemin her iki tarafı da diğerinin ayrılmaz bir parçası oluyor.
Bu ilişki, diğer sosyal ve psikolojik boyutları ortaya çıkarıyor. Nitekim çevresel-mekansal çerçeve; bireyin benliğini şekillendirme, kimliğini tanımlama, giyim, yemek, davranış, gelenek ve göreneklerle ilgili zevkini iyileştirme becerisine sahiptir.
Bir insanın doğduğu, çocukluğunu geçirdiği, deneyimlerini kazandığı, aynı göğün altında ailesiyle ve akrabalarıyla başlayıp meslektaşlarına, arkadaşlarına, komşularına ve tüm tanıdıklarına kadar uzanan bir ilişki ağını kurduğu mekan; kalbine bir bûse konduran, anılarını kucaklayan ve hayallerinin doğduğu yer olarak kalacaktır. O insan, eşsiz bir cazibeyle, başka hiçbir yere bağlanmadığı şekilde o mekana bağlı kalacaktır. Mekan, hiçbir şekilde herhangi bir çağrışım veya etkiden yoksun, yahut tarafsız kabul edilemez. Bu nedenle, ilticayı yalnızca bir yerden diğerine bir hareket olarak düşünmek imkansız olduğu gibi; zorluklarını ve karmaşıklıklarını küçümsemek de cahilce olur.
Trajedi; bir kimsenin, mekan duygusunun bozulması ardından kendisi ve ailesinin hayatını kurtarmak amacıyla memleketini terk etmek zorunda kalması ile doruk noktasına ulaşır. Zirâ o yer artık kendisi için huzur ve güven merkezi olmaktan çıkıp bireyin insanlığına, haysiyetine ve varlığına karşı duran düşmanca bir yere dönüşür.
Mülteci, omuzlarına binen ve direncini zayıflatan tüm bu yüklere ek olarak; beraberindeki tüm zorluk ve çekişmelerle birlikte, iltica ettiği ülkedeki asimilasyon çağrılarına karşı da dengede durmalıdır.
Bazıları ısrarla, itaatkar bir şekilde egodan yana karşılık verirken, bazıları da gerekli gücü elde etmek için yeniden kurmaya çalıştığı ilişkiler yardımıyla yavaş yavaş ilerler. Kimi ise, ilerleyebilmek için tedavi ve rehabilitasyona ihtiyaç duyar. Suriyeli mültecilerin topraklarında yaşadığı vahşet dayanılmaz derecede olduğundan, bu pek de şaşırtıcı değildir. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne (UNHCR) ait bir raporda yer alan bir açıklamaya göre; "Acı verici ve olağanüstü olaylar, ortalama bir bireyin hayatında karşılaşabileceğinin ötesinde derin yara ve travmalara sebebiyet verir."
Hüsam'ın dile getirdiği ülke özlemi ifadesine gelince; bu, mültecinin psikolojik ve sosyal düzeylerde yaşadığı yabancılaşmanın derinliğine dair göstergeden başka bir şey değildi. "Rouya Turkiyyah" dergisi, altıncı yılının dördüncü sayısında, zorla yerinden edilmekten muzdarip Suriyeli mültecilere sorular yönelttiği bir istatistik yayınlamıştı. Bu kişilerin hasretini en çok çektikleri şeylere dair en dikkat çekici cevaplar ise şunlardı:
Aile hasreti, ev hasreti, vatan hasreti, her şeye karşı hasret, sosyal ilişkilere duyulan hasret. Bazıları da “vatan kokusuna hasret” cevabını vermişti.
Tüm bunlar, vatan dediğimiz yerin içimize ektiği tohumlardır. Vatana değerini veren bizler miyiz, yoksa içimizde yaşayan ve bizi ele geçiren kişi mi, bilmiyoruz. Ne var ki, artık yaşama sevincini ondan uzakta görmüyoruz!
İbtehal Kaddour
Kanada'da ikamet eden Suriyeli yazar