Hayri ez-Zehebi “Şam’dan Hayfa’ya: İsrail’de 300 Gün“
O esnada, aniden zihnimdeki düşünce bulutları dağıldı. Ve hayatımda ilk kez Filistin’e ait Celile topraklarında olduğumu fark ettim. Kenan diyarından bir ağaca sırtımı yasladım, arkamdan bir avuç toprak aldım, elimdeki toprakta Safed’i hissedebiliyordum, Guta, Halep ve Humus’un topraklarına benziyordu. Bu farkındalık ve bir ağaca sırtımı dayamış olmam bir anda gözlerimi yaşarttı. Duygu boşalması mı yaşıyordum yoksa bu gözyaşları omuzlarımda taşıdığım çaresizliğin izleri miydi bilemiyordum. Şam düşecek miydi? Biricik kızıma ve karıma ne olacaktı? peki ya memleketim, onu gelecekte neler bekliyordu? Ebelemeç oynar gibi oradan oraya kahkahalarla koşuşturan bu yeni yetme gençler benden ne istiyorlardı?
Bu nefreti içinde beslediğin müddetçe, hayatın boyunca canın yanacak, ki bu, nefret beslediğin kimseler eliyle değil, bizzat kendi hükümetin tarafından göreceğin bir zulüm olacak!
Terkedilmiş köyün görünür kısmına bir kez daha dönüp baktım. Gidenlerin tutup da götüremediği güvercinler havada süzülüyordu, kaderlerine terk edilmiş şekilde. Her nasılsa bomba sesleri durulmuştu, bu sakinliği fırsat bilen rengarenk güvercinler, her sabah olduğu gibi, gökyüzünde sürü halinde özgürce dans ediyorlardı.
Birdenbire bomba füze ve mermi sesleri birbirine karıştı. Karşı tarafın ise bu saldırıya karşılık vermesiyle çatışma yeniden başlamış oldu. Acaba şu anda Suriye’nin güven içindeki sakinleri ne düşünüyordu? Çocuklarına ekmek götürmeye çalışan o masum insanlar şimdi ne yapıyordu? Fasulye, humus, düzenli bir sabah kahvaltısı mı? kulaklarım patlamalara ve Birleşmiş Milletler mevzilerinde, iki taraftan da uzak durmaya o kadar alışmıştı ki bugüne kadar ne bir bomba ne de beş yüz kalibrelik başıboş bir kurşun bize uğramıştı. Tanımlanamayan bir patlamayla irkilen güvercin sürüsü ansızın kaçışmaya başladı. Sabah semalarında belli belirsiz renkli benekler halinde gözükecek kadar yükseldikçe yükseldiler göğe doğru. Acil durum kuvvetleri arabaları için geçici süreyle kullanılan derme çatma garajdaki sığınağımda güven içerisinde kahvemden bir yudum daha aldım. Küçük bir parçanın buluttan sıyrıldığını görünce yönümü gökyüzündeki kırmızı renge bürünmüş buluta doğru çevirdim. Gökyüzünden yere doğru yaklaşan bu şeylerin aslında güvercin olduklarını fark etmem çok uzun sürmedi. Buluttan ayrılan güvercinlerin gökteki maceralarını seyrederken kendimi öyle kaptırmış olmalıyım ki kahvemi yudumlamayı dahi unuttum, sonrasında ise bir anda gözümün önünden kayboldular. Nereye gittiklerini anlamak için durup bakacaktım ki, garajı kaplayan tenekeye bir şeyin çarptığını duydum ve Jubata Al-Khashab yolundaki açık garaj kapısının önüne düşen güvercini görene kadar düşenin ne olduğunu anlayamadım. Ona doğru yaklaştım ve uçması için onu kıpırdatmaya çalıştım, bir anda hareket etti ve gökyüzüne doğru kanat çırptı ancak yaklaşan ölümün sıcaklığını üzerinde hissediyordum. Çok geçmeden art arda yağan bombalar sonucu gökteki güvercinlerin bir meteor gibi yeryüzüne yağdığı o manzaraya şahit olmak beni dehşete düşürmüştü. Hemen garaja sığındım. Bir anda yere susamışcasına düşen güvercinlerin korku dolu sesleri yükselmeye başladı. Önce teneke çatıya, sonrasında ise yere çakılışlarının sesi, uzak bostanlarda, terk edilmiş ekinlerde yankılanıyordu. Gökyüzünün mavi beyaz tablosunda bir benek halinde gözüken bu güvercinlerden eser kalmayıncaya dek bu düşüş devam etti. İlk etapta tüm bunların bir Suriye rüyası olup olmadığını sorguladım. Zira böylesine ne bir Buñuel filminde ne Salvador Dali’nin tablosunda ne de André Breton’un şiirinde rastlamak mümkündü. Bu, ancak ve ancak, güpegündüz seyreden çatışmaların neticesindeki bir Suriye kâbusu olabilirdi
Tercüme eden; Süheyla Yukarıpınar