Geçmişle Günümüz Arasında Bir Çizgi: Hanna Mina
Muhammed İkbal el-Buşi


Hanna Mina, edebi yönünün yanında, yoldaşlarıyla birlikte Fransız mandasına karşı da mücadele etti ve bu uğurda defalarca hapse girdi.

Hanna Mina’nın, çocukluk anılarını anlattığı “Bataklık” adlı eseri, Arap edebiyatının en zengin eserlerinden biri olarak tanımlanıyor

Yazar arkadaşlarıyla Suriyeli yazarlarla Suriye Yazarlar Derneği'nin kuran Mina, 2005'te ise Arap Yazarlar Ödülü'ne layık görüldü.

9 Mart 1924’te Lazkiye'de aşırı yoksul bir ailede dünyaya gelen Hanna Mina, çocukluğunu İskenderun yakınlarındaki es-Suveydiye’deki bir köyde geçirdi. Üç kız kardeşe sahip Mina, 1939'da ise ailesiyle birlikte Lazkiye’de bir mahalleye geri döndü. Çocukluğunda ciddi hastalıklar geçiren roman yazarı, yedi yaşında okula başladı ancak hayat şartları nedeniyle eğitimini tamamlayamadı. Maddi sıkıntılar nedeniyle Lazkiye Limanı’nda mal taşıyıcılığı gibi çeşitli işlerde maaşlı çalışmaya başlayan Mina, ardından ise denizciliğe geçiş yaptı.

Çalışkanlığı, zor şartlar altında çalıştığı limanda arkadaşları ile birlikte sendika kurmasına yol açtı. Hanna Mina’nın aynı zamanda feodalizme karşı çıkan sol görüşlü “Sawt al-Shaab” gazetesi distribütörlüğünü yapması, kendisine karşı suikast girişiminde bulunan feodal beylerin nefretine yol açtı. Öyle ki, bir keresinde gece sokakta bıçaklı saldırıya uğradı. Meslek hayatındaki gelgitlerin ardından ise 1948’de Beyrut’a taşındı. Ancak bilhassa Şam’a olan özlemi nedeniyle kısa süre içerisinde ülkesine geri döndü. Böylece burada “al-Inshaa” isimli Şam gazetesinde 100 Suriye lirası ücret karşılığında editörlük yaparak edebi çalışmalara başlamış oldu. Burada baş editörlüğe terfi eden, ardından Suriye Radyosu’na yazan Mina, sonrasında Kültür Bakanlığında çalışmaya başladı. 1951'de Hasib Keyali ve Mustafa el-Hallac gibi Suriyeli yazarlar ile birlikte Suriye Yazarlar Derneği'nin, 1959'da ise Arap Yazarlar Birliği'nin kurulmasına katkıda bulunan Mina, 2005'te Arap Yazarlar Ödülü'ne layık görüldü. Siyasi arenada da yer alan Hanna Mina, yoldaşlarıyla birlikte Fransız mandasına karşı mücadele etti, sömürgeciliğe karşı Suriye edebi hareketine öncülük etti. Defalarca kez hapse girdi. Birçok ülkeye gitme fırsatı yakalayan Hanna Mina, Avrupa’nın yanı sıra Çin seyahatinde de bulundu.

Hanna Mina; televizyon dizisi haline getirilen “Mavi Kandiller” ve sinemaya aktarılan “Yelkenli ve Fırtına”, aynı zamanda “Çapa” ve “Bulutlarda bir Mavi Güvercin” romanları dahil olmak üzere en az 40 roman ve öyküye sahip. Eleştirmen yazar Salah Fadl, Mina’nın İskenderun'daki çocukluk anılarını hatırlatan “Bataklık” romanını “Arap romancılığının en kapsamlı ve en dürüst otobiyografisi, aynı zamanda düşünce açısından en zengini” olarak tanımlıyor. Aslında ilk olarak bir tiyatro eseri yazmış olsa da eserin kitaplığından kaybolması üzerine tiyatro için yazmayı bıraktı.

Mina’nın eserlerini okuyanlar kendilerini adeta deniz kenarında bulur; kullandığı kelimeleri ile yelken açar, kurduğu satırlar arasında kumlara uzanır. Nitekim edebiyatı ile deniz arasında güçlü ve derin bir bağ bulunan Hanna Mina, birçoğu tarafından ‘deniz romancısı’ olarak niteleniyor. Kalemi elinden düşmeyen yazar, gezdiği yerlerde düşüncelerini, hayallerini ve çektiği sıkıntıları ele aldı. 1954’te ilk romanı “Mavi Kandiller”i, 1980’de “Bir Devrimci Olarak Nazım Hikmet”, 1982’de ise “Roman Tecrübesindeki Kaygılar” kitabını kaleme aldı.

Sık sık denizden bahsetse de her yazısında yeni bir fikre veya bir meseleye değindiğini görürsünüz. Engin yaratıcılığı ile ortaya çıkardığı tüm karakterler eşsizdir. Kimi zaman ölü, kimi zaman yaşayan karakterleri, kimi zaman gerçek şahsiyetler, kimi zaman ise efsanevi kişilikleri ele alır. Okuyucu, üzerinde güçlü bir etki bırakan bu karakterleri aklından çıkaramaz: “Yelkenli ve Fırtına” romanındaki et-Tarusi ve Um Hasan karakterleri, “Fotoğraflardan Kalanlar” romanındaki Zennube karakteri gibi… Eleştirmenler Hanna Mina’nın edebiyatına dilsel, sanatsal, biçimsel veya biçimcilik ekolu’ açısından bakabilir. Ancak Hanna'nın tüm eserlerinde bize aktardığı gerçekçiliğe dikkat etmemek elde değil. Mina romanlarında bazen bir karakter, bazen ise gözlemci olarak çıkar karşımıza. Aslında Hanna Mina’yı tanıtmaya bir makale yetmez; hakkında uzun uzadıya araştırmalar yapmak gerekir.

Hanna Mina’nın vasiyeti:

“Ben Hanna bin Selim Hanna Mina. Annem Miryana Mihail Zakkur. 1924'te Lazkiye'de dünyaya geldim. Vasiyetimi aklım başımda iken yazıyorum. O kadar uzun yaşadım ki, ‘Her ömrün bir kitabı vardır’ bilinci ile dünyaya doyuşumun ardından artık ölmemekten korkar oldum. Yaşadığım hayatta çok mutluydum. Sefaletin içine doğdum. Sefalet içindeyken onunla savaştım ve galip geldim. Bu Allah’ın bana bir lütfu, feleğin mükafatı idi. Ben şükredenlerdenimdir. Son nefesimi verdiğimde umarım ki, buranın altını özellikle çiziyorum, ölüm haberim görsel, sesli veya yazılı hiçbir mecrada ilan edilmez. Zira hayatımı basit yaşadığım gibi vefatım da sade olsun istiyorum. Benim bir ailem yok. Zira tüm ailem yaşarken benim kim olduğumu bilmedi. Böylesi daha iyi. Bu nedenle bu fani yeri terk ettiğimde benim kim olduğumu öğrenip hasret çekmeleri adil değil. Hayatım boyunca ne yaptıysam biliniyor. Ülkeme ve halkıma karşı görevimdi hepsi. Tüm kelimelerimi tek bir hedefe, yoksullar, sefiller ve mazlumlara destek vermeye adadım. Bu amaç için bedenimle mücadele verdim. Yazmaya 40 yaşında başladım. Kalemimi aynı amaç için kullandım, hala da öyle yapıyorum. Ne sitem ne de serzeniş. Söylediklerim zorunluluktan. Hayatım boyunca şansa değil, koluma güvendim. Tek başına alkış tutan bu ele teşekkür ediyorum. Şükür, nimetlerin devamını getirir. Naaşımın evden cenaze arabasına defin dairesinde çalışan dört adamın omuzlarında taşınmasını talep etmelerini rica edeceğim için akrabalarımdan, arkadaşlarım, yoldaşlarım, okuyucularımdan, herkesten özür dilerim. Boş bir mezarda üzerime toprak serpmeleri, ellerinden tozu silmeleri ardından herkes evlerine dönecek; düğün bitecek, daire kapanacak. Ne keder ne gözyaşı ne de siyah giysiler. Evde veya dışarıda hiçbir taziye istemiyorum. En önemlisi de şu: Anma törenleri yapılmasın. Zira ölümüm ardından söylenecek her şeyi hayattayken işittim. Alışılageldik anma törenleri benim açımdan yakışıksızdır, iticidir, çirkindir. Hepinizden rica ediyorum kemiklerim beni bu şekilde andığınız için sızlamasın, rahat bırakın onları. Şam ve Lazkiye'de sahip olduğum her şey, ailem olduğunu iddia edenlerin tasarrufu altında. Bunlardan bir kısmını benim onlardan olduğum, onların ise benden olduğu, bence en ulu, en kıymetli ve değerli yakınlık içerisinde olduğumuz yoksullara ve sevdiklerime dağıtmakta ise özgürler. Ruhuma dua edenlere vasiyetim, sevgili eşim Meryem Dimyan Seman imkânı olduğu taktirde tüm mirasımı kullanma idare etme hakkına sahiptir. Lazkiye’deki evim ve içindekiler ona aittir, onun adına tapuludur. Kendisi de benim gibi zaten kendisinden geldiğimiz o hiçliğe dönünceye dek satılamaz.”