Emine Şeçeroviç: Türkiye Sayesinde Tekrar Gülmeyi, Güvenmeyi, Umut Etmeyi Öğrendim.
Söyleşiyi Yapan: Eray Sarıçam
Türk halkı iltica ve göç sınavı başarıyla geçti, geçiyor. Milyonlarca insanı bir ülkeye kabul etmek kolay bir şey değil. Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve de Türk halkı sayesinde birçok çocuk tekrar gülmeyi öğrendi
Suriye’nin kaderi bambaşka. Yıllardır savaş var, Batı dünyası savaşı durdurmak için hiçbir şey yapmadı, sadece seyretti. Milyonlarca insanı kabul eden bir tek Türkiye oldu
Türkiye kimsenin yapmadığını yaptı, tüm dünyaya insanlık dersi verdi. Türk halkı ise her zaman mazlumların sesi olmaya gayret gösterdi
Büyük ağabeyiniz Sinan şehit oldu. 1994’te küçük ağabeyiniz Türkiye geldi, 1995’te de anneniz ve siz Türkiye’ye iltica ettiniz. Acaba bu ilticanın öncesinde hatırladıklarınız nelerdir, oradaki direnişçilerin hikayesinden bahsedebilir misiniz? Yani o yıllardan ve dönemlerden bahseder misiniz bize, nasıl geldiniz buraya, neler yaşayıp neler atlattınız gelene kadar?
Savaşa kadar, yani 1991’e kadar sıradan, mutlu bir ailenin evladıydım. Sonrası işte hayat değişiyor. Tabii, savaşın ilk dönemlerinde 7 yaşında bir çocuk olarak algılayamıyordum olup bitenleri. Kim, neden saldırıyor, suçumuz ne, onlar kim, biz kimiz... Ve korku var. Çocukluğum bombalar altında geçti. Okula her çocuk gibi mutlu mesut başlamadım. Okul yoluma ateş eden keskin nişancılardan kaçmak için nasıl zikzak koşacağımı öğrenerek başladım okula. Aslında savaşı bir çocuğun gözünden ilk kitabım “Kurşunların Da Rengi Var”da anlatmaya çalıştım, ama o bile yetersiz. İnsan her duyguyu aktaramıyor. Bosna’daki normal bir savaş değildi, biz savaşmadık, biz saldırıya uğradık ve kendimizi korumaya çalıştık. Düşman seçmiyordu, çocuk, yaşlı, kadın demeden katlediyordu. Çocuk da olsanız, bir zamandan sonra büyüyor, olgunlaşıyorsunuz. Aslında bu birden oluyor. Sizi büyümeye zorluyorlar. Bir gün ailenizden birinin şehit olabileceği ihtimalini kabul ediyorsunuz o yaşta. Açlık, susuzluk bile artık o kadar sorun olmuyor çünkü ıslatılmış ve üzerine biraz şeker dökülmüş bir dilim ekmeği dünyanın en güzel yemeği olarak yiyorsunuz. Diğer şeylerin varlığını da unutuyorsunuz. O yaşta kan görmekten çocuk korkar, düşse dizini kanatsa ondan bile korkar. Ama savaşta ona bile alışıyorsunuz. Bir bayram arefesinde evimiz bombalandı, her şeyimiz gitti. Babam o zaman bize sarılıp, şükür biz bir aradayız o yeter, dedi. Ve gerçekten en önemlisi oydu. Çünkü çok geçmeden başka bir bombadan abim şehit oldu. İşte o zaman çaresizliğin dibindesiniz. Bir anne bile evladını koruyamıyor. Bir tek Allaha sığınıyorsunuz. Allah’a olan inancımız ayakta tuttu bizi.
İlk kitabınızı yazmaya ne zaman karar verdiniz ve yazarken neler hissettiniz, eminim güç olmuştur sizin için. Ayrıca bu iki kitaba gelen tepkiler nasıldı... Nasıl bir beklenti içindeydiniz neler bekliyordunuz kitapları yayımlarken?
İstanbul’da üniversitede okurken arkadaşlar savaşı sorardı. Ve o zamanlarda fark ettim ki savaş hep cephelerdeki haliyle anlatılıyor. Bir çocuğun gözünden savaş bambaşkadır. Kitabın ismi de onu anlatıyor çünkü bir çocuk kurşunların tehlikesini değil, ondan önce renklerini fark eder. Çünkü masumdur, temizdir, akli nefret bilmez, bir oyun bilir. Yazmaya başladığımda çok kolay olacağını düşünmüştüm, yaşadıklarımı sadece yazacaktım. Ama öyle olmadı. Kitap bir nevi de yaşadıklarımla yüzleşmem oldu. Çünkü savaşı anlatırken bazı şeylerden hiç bahsetmediğimi fark ettim. Yani bazı şeyleri içime gömmüştüm, kendimden de saklayarak. Ama aslında öylesi daha zor. O zaman o şeyler içinizi yiyor.
Tepkiler beklediğimin çok üstünde. İlk kitap 8 baskı yaptı, mülteciliği anlattığım ve ilk kitabın devamı olan “Kurşunların Rengini Yıldızlarla Değiştirdim” ikinci kitabım yaklaşık 2 yıl önce çıktı ve o da ikinci baskıyı yaptı. Yazarkenki amacım gerçeğe dair bir iz bırakmaktı ama, beklediğimden daha fazlası oldu. Özellikle gençler tarafından çok okunuyor ve Bosna’ya ilgilerinin arttığını belirten mesajlar aldığımda çok mutlu oluyorum. Kimisi kitaptan sonra Bosna üzerine tez yazmaya karar verdi, kimisi Bosna’ya gelmeyi yahut başka kitaplar arayışına girdi. Ben edebi bir eser sunmadım ama, Bosna’da yaşananları farklı bir açıdan anlatarak, okuyucuya Bosna’yı yaklaştırdım. Bu benim için çok önemli çünkü insanlar kitabimi beni sevdiklerinden değil, Bosna’yı sevdiklerinden dolayı okuyorlar ve asıl değerli olan bu. Ve yazdıklarımla yaşanılanların unutulmaması adına az da olsa katkı sağlayabilsem, boşa yazmadım demek.
“Mültecilik bir tercih değil kaderdir” deyip iki kitap yazdınız. Peki, bir çocuğun gözünden mülteci olmanın ne demek olduğunu ve savaşın bir çocuğun zihnindeki karşılığını anlatır mısınız? Öğrenci olmayı, komşu olmayı, arkadaş olmayı...
Savaş çocuğu gibi, mülteci çocuğu da apayrı bir hikâye. Savaşın sonlarında 1995’te Türkiye’ye mülteci olarak gittim. Bosna’da bombaların olmasına rağmen sürekli ağladım, Bosna’ya dönelim diye anneme yalvardım. Çünkü kendimi ait hissetmiyordum. Bilmediğim bir ülke, bilmediğim bir dil, tanımadığım insanlar... İnsanların bana bakıp ağlamalarından rahatsız oluyordum. O zaman bilmiyorum tabii, Türk halkı acımızı paylaştığı için ağladı. Ama o donem, daha düne kadar mutlu bir ailede her şeyi olan bir çocuktum, sonra birden başkasının kıyafetine mecbur kaldım. En ufak bir gürültüden korkardım, bomba sanıp kendimi yere atardım. Okula başladığımda dili bilmiyordum. Sınıfta biri bir şeye gülsün, ben herkesin bana güldüğünü sanıyordum. Oysa beni çok güzel kabul etmişlerdi okulda ama, mülteci çocuğu çok hassas oluyor, kendini fazlalık hissediyor. Mülteci değilim derdim, benim ülkem evim var.
Öyle sanıyorum ki bugün ülkemizdeki göçmen ve Suriyelileri en iyi anlayan insanlardansınız. 1990’lardan bugüne kadar aradan geçen 30 yılda, Türk halkının göçmen ve mültecilere bakış açısında bir değişiklik oldu mu sizce? Daha doğrusu buraya geldiğinizde size nasıl davranıldı? Geçen 30 yılda Türk halkının mülteci ve göçmenlere bakış açısında ne gibi değişikler oldu? Türkler bu "sınavda" başarılı olabildiler mi?
Bu çok hassas bir konu. Aslında ikinci kitabımı bir nevi bu yüzden yazdım. Çünkü Türk halkı son yıllarda çok büyük bir sorumluluğun, yükün altında. Ben kendimden örnek verdiğimde diyorlar ki Suriyeli ve Boşnak mülteciler aynı değil. Doğrudur, kültürümüz vs. farklı, belki de en önemlisi Boşnak mültecinin sayısı o zaman binlerle ifade ediliyordu. Günümüzdeki halkın tepkisini de anlayabiliyorum. Türkiye’nin uzattığı yardım elini kötüye kullanan mülteciler de var. Ama kötü insan her millette var ve bu kötüler çok daha hızlı ve kolay duyuluyor. Fakat biliyorum ki Suriyeli mülteciler arasında da benim gibi hayata tekrar tutunmaya çalışan çocuklar var. Ben Türkiye ve Türk insanı sayesinde tekrar gülmeyi, güvenmeyi, umut etmeyi öğrendim. Türkiye’de geçirdiğim mültecilik dönemimde bana iyi davranan insanlar sayesinde hayati tekrar sevdim. Kendimi, ülkemi sevdim. Ve de Türkiye’yi öyle sevdim ki artık iki vatanim var. 3 tane evladım var, üçü de ilk önce Türkçe öğrendi. Bugün ayakta güçlü duruyorsam, hayata bağlıysam, bir şeyler başardıysam, tüm yasadıklarıma rağmen çocuklarıma yaşamı sevdirebiliyorsam, bunda Türk halkının o dönem beni kabul etmesinin büyük payı var.
Her ne kadar çokça tepki olsa da mültecilere karşı, bence Türk halkı o sınavı başarıyla geçti, geçiyor. Milyonları ülkenize kabul etmek kolay bir şey değil. Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve de insanlarınız sayesinde birçok çocuk tekrar gülmeyi öğrendi. Tepki göstermek de insanların hakkı ama, maalesef bazıları tepkiden ziyade ağır ırkçılık yapıp, mültecileri sadece siyasi malzeme olarak da kullanıyor. Bu insani bir şey değil.
Kitabınızda sık sık "yabancılıktan" bahsediyorsunuz. Peki bu "yabancılık" duygusundan bunca zaman sonra kurtulabildiniz mi? Ya da daha geniş sorayım, bir göçmen, bir mülteci "yabancılıktan" ne zaman kurtulur ne zaman kendini "buralı" hisseder yahut hissedebilir mi?
Dediğim gibi ben artık Türküm de Boşnak olduğum kadar. Başta Bosna’ya dönmek için ağladım, ama 2 yıl sonra dönerken de dönmemek için ağladım. O iki yılda Türkiye’nin beni kabul etmesiyle ben ömrüm sonuna kadar borçlu hissederim. Bu öyle sıradan borç değil, sevginin karşılığıdır. Ben borç karşılığında Türkiye’yi vatan gibi sevdim, kendimi de oranın bir insanı olarak hissediyorum. Zaten, Türk geliniyim O da hepsi kader ama, benim o vatana karşı olan sevgimden çocuklarımdaki Türk kanından gurur duyuyorum ve onları da öyle yetiştiriyorum.
Bir Bosna, bir Türkiye, üçüncüsü yok. Ben şanslıydım da o dönem mültecilere karsı öyle tepkiler yoktu. Büyük ihtimalle bana da biri deseydi “niye geldin, ülkene dön” bu farklı bir etki birikirdi. O yüzden o yabancılıktan kurtulmak da daha kolaydı. Hiç mi Türkiye’de kotu insanla karşılaşmadım? Karşılaştım. Ama iyileri hep ağır bastı. Ve ben hep o ağır tarafa bakmayı tercih ettim. Babamın bir tanıdığıyla bir konuşması var. İstanbul’da bir arkadaşıyla dolaşırken arkadaşı diyor ki “ya bu sokak ne kadar pis”. Babam da ona “bilmiyorum, ben çok güzel minare görüyorum, kafanı yerden kaldırırsan sen de görürsün” diye cevap veriyor. Yani, biraz da bize bağlı, neyi görmek istiyoruz, iyiyi mi kotuyum mu.
Türkiye’ye geldiğinizde siz çocuktunuz sonuçta, öğrenciydiniz, entegrasyonunuz nispeten daha kolay olmuş olabilir. Peki annenizin ya da etrafınızdaki diğer yetişkinlerin Türkiye'ye alışma süreci nasıl oldu, onlar neler yaşadı?
Özellikle annem için çok zordu. Bir oğlunu şehit verdi ve o oğlunun mezarını sırf kalan çocuklarını kurtarmak için birikip gitti. Annem dili de öğrenmedi. İstanbul’da kaybolduğu da oldu, komşularla vs. anekdotları. Bugün komik geliyor bazıları, çünkü geçti hepsi, ama o dönem çok zordu. Bunları tam da ikinci kitabımda anlatıyorum. Birçok kez bizden gizli gizli ağlardı ama, görürdüm, duyardım. Bana güldüğünde bile acı çektiğini biliyordum. Başkasına muhtaç olduğu için çok mahcup oluyordu. İnsanlar gelip gıda, kıyafet gibi yardım getirseler utancından yerin dibine giriyordu. Ama kabul etmek zorundaydı çünkü çaresizdi. Düne kadar çocuklarına kendi kazandığı parayla her ihtiyacı alan bir anneye artık insanlar un, makarna, bluz getiriyordu. Kimse onu tercih etmez. O yüzden diyorum mültecilik tercih değil. Anca zorunda kalan biri bunu kabul eder.
Peki mesela ülkemizdeki Suriyelileri ve onların hikayelerini düşününce, neler hissediyorsunuz? Ayrıca sizce, Türkiye son 10 yıldaki mülteci hareketliliği için neler yapmalı yahut yapılanları yeterli buluyor musunuz? Ekonomik, kültürel vs
Suriye’nin kaderi de bambaşka. Yıllarca savaş var, zulüm var, Batı dünyası durdurmak için hiçbir şey yapmadı, sadece seyretti. Çocuklar, kadınlar katledildi. Mülteciliğe zorlandılar. Ama dünya ona da hayır dedi ve kapılarını kapattı. Bir kabul eden Türkiye oldu. Ve orda da maalesef içlerinde kötü örneklere sebep olanların faturasını hepsi ödüyor. Ama ne olursa olsun, ırkçılık yapan birkaç kişi, onlara el uzatan Türk insanı daha kalabalık. Bu yüzden Suriyeliler kendilerini iyi örneklerle tanıtmalı, göstermeli ve artık Türkiye için de emek vermeliler.
Türkiye kimsenin yapmadığını yaptı. Sn. Erdoğan’ın kararlı duruşuyla Türkiye dünyaya insanlık dersi verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan sırf seçimi, oyu hiçbir zaman düşünmedi. Her zaman mazlumların sesi olmaya gayret gösterdi. 1994’te bile Bosna için konuşması var. Bugün de Gazze, Arakan, Suriye vs. nerde acı, mazlum varsa elini uzatıyor. Türk halkı da büyük ölçüde bunun devamını getiriyor. Bu sizin için belki önemsiz, BM toplantısında Gazze için haykırmak belki yetersiz ama, savaşın içinde olan insanlar için çok önemli, moral ve umut oluyor. Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki mülteci kamplarına bakmamız bile yetiyor, farkı görüyoruz. Türkiye bence elinden gelenin fazlasını da yapıyor. Ama onun karşılığını da duayla alıyor. Bosna’dan Gazze’ye kadar...