DÜNYAYA HINÇ MESAFESİNDEN BAKMAK YA DA WELCOME!
GÜVEN ADIGÜZEL

SPOT: ; Ev’siz ve ayrı düşmüşler ordusu… Bu ordunun neferleri, "yaşamak" adlı o mecburi parolayı her gün tekrar ederek, kanayan köklerine doğru bakan bir ağaç gibi anlamaya çalışıyorlar bu yerinden edilmişliği

PATLAK: Bilal’i Mina’ya bağlayan nefes, aynı zamanda Manş Denizi’ni yüzerek aşmaya hazır bir cesaretin temsilidir

Sürgün, ağır ağır gerçekleşen bir ölüm halinin tercümesidir. İnsan "ayrı" düştüğü her günü bütün ayrıntılarıyla hatırlar. Bilinç sürgüne eşlik edecektir bu durumda. Her seferinde biraz daha azalarak, ait olmadığı bütün sınırlarda, mayını sırtında dolaşır sürgün. Ayrı düşmüş ve dalından kopartılmıştır çünkü. Düştüğü yerden anlamaya çalışır bu hal’ini. Dünyadaki yerleşik nüfusun 7/1’i göçmenlerden oluşuyor, düştüğü yerden kalkan 1 milyar insanın hikayesi yani bu. Mevcut dünya ahvalinde, siyasi-ekonomik krizlerden kaynaklanan sebeplerle evlerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca yorgun da, omuzlarına yüklenmiş bu duygularla adımlıyorlar yeryüzünü. Göçmen, mülteci, sürgün, sığınmacı, yabancı ya da yurtsuz. Kitlesel göç hareketleri adlarını değiştirse de hiçbir şekilde hallerini değiştirmiyor; ev’siz ve ayrı düşmüşler ordusu. Bu ordunun neferleri, "yaşamak" adlı o mecburi parolayı her gün tekrar ederek, kanayan köklerine doğru bakan bir ağaç gibi anlamaya çalışıyorlar bu yerinden edilmişliği. Doğrudan bir ötekiliği, kimlik olarak yurtsuzluklarına ekleyerek üstelik.

İnsan aidiyet duygusunun sınırlarını bilerek yaşar ve korumacı bir güdüyle sığınır/saklanır bu iç ülkeye. Göçmenlik bu sınırların ihlal edilmesidir öncelikle. İlk sınırın(evin) ihlal edilmesi, “güvenli mesafe”nin kaybolması anlamına gelecektir. Kaybedilen ev’in yerine ikame edilen her şey, yabancı bir toprak parçasında uzunca bir kaygıyı anlatıyor sadece. Martin Heidegger evsizlik halinin dünyanın kaderi olmaya doğru gittiğini söylerken daha varoluşsal bir yerden konuşuyorsa da, tarif ettiği adresin göçmenlerin ruh dünyalarında açılmış o kör boşluk’tan azade olduğunu söyleyemeyiz.

PASPAS VE NEFES

Kabuğu kalbini tehdit edecek kadar acısa da buna hiç aldırmadan yürümeye devam eden kaplumbağaların ve Mina’ya kavuşmak için ciğerlerini ikna etmek zorunda olan Bilal’in hikayesine, bu kör boşluğa ait iki uzun nefes provası olarak bakabiliriz. Bu anlatıya yaslanan Philippe Lioret’in yönettiği 2009 yapımı Welcome (Hoşgeldiniz) filmi, kapılarına gelen misafirlerini "welcome " yazılı o çok şirin paspaslarıyla karşılayan insanların ruh hallerine doğru yapılmış çok şık bir göndermeyi içeriyordu. İroni bazen işaret ettiği gerçeğin içinden taşarak -burada olduğu gibi- yeni ve daha sarsıcı bir gerçekliğe dönüşebilir. Filmdeki genel hikâyenin paspas imgesi üzerine kurulması bu sebeple önemli. Paspasın altına süpürülmek istenenler ile welcome ünlemi arasındaki gerilim güçlü bir şekilde temsil bulurken, tanımak istiyorsan biraz daha yakınlaş cümlesinin anlamına Bilal’in umuduyla kapı aralanması, beraberinde yine aynı soruyu getiriyordu; Welcome ezberlenmiş bir ev sahibi ünlemi, ama hangi misafirler için welcome?

Bilal’i Mina’ya bağlayan nefes, aynı zamanda Manş Denizi’ni yüzerek aşmaya hazır bir cesaretin temsilidir. Oysa göçmenler için bu çoğu zaman zorunlu bir cesarettir. Ölüme hazır bir yaşamak fikri yani. Hoş gelmiş olmanın bazı halleri ve welcome. Bilal’in yetersiz nefesi, yüzerek ulaşmaya çalıştığı İngiliz kıyılarında son bulan bir arınmaya dönüşürken, geride kalan paspasların üzerinde bekleyen misafirliğin "ayrı düşmüş" insan’ı çürüten bir mesafeyle eşdeğer olduğunu anlatıyordu bize. Tam olarak kime peki? Yalnızca Fransızlara mı? Fransızlığın bizzat kendisine mi ya da? Hayır -paspaslarıyla kendilerini ihbar edenler dahil olmak üzere- yeryüzünün bütün ev sahiplerine. Bilal’in kendine bile yetmeyen nefesini Mina’ya doğru bir köprü yaparak anlamlandırmasını, nihayetinde bir var bir yok olmayı anlatan zorunlu bir tercihin resmi olarak okumak mümkün. Kör bir boşluğun içine doğru imzalanmış o ikamet izniyle paspaslar arasında; welcome!