Doç. Dr. Ahmet Dağ ile Sezai Karakoç’un Diriliş düşüncesinden hareketle; Türk düşüncesi, İslamcılık ve Suriye meselemizi konuştuk…
Ahmet Dağ: Karakoç, İslam coğrafyasındaki parçalanmışlık ve güvensizlik durumunun farkında olan mütefekkirlerdendi
Söyleşi: Selahattin Valeli
Çeşitli İslam ülkelerinden Türkiye’ye Gelen göçmenlerin yeteneklerinden istifade eden bir sistem kurabilseydik süreçler çok farklı olacaktı
Ben, bazı sorunları olmasına rağmen İslamcılığı, İslam dünyasının en güçlü entelektüel hareketlerinden biri olarak görüyorum
Filibeli Ahmet Hilmi, Sezai Karakoç ve Erol Güngör gibi isimler, uyarıcı olmalarına rağmen söylemek istedikleri çok anlaşılamadı
Hocam merhaba. Sezai Karakoç’un, “Hatay Suriyelilerindir. Diyarbakır, Konya ve İstanbul da onlarındır. Tıpkı Halep ve Şam'ın bizim olduğu gibi” sözünü hem geçmiş Türk düşüncesi hem de bugünkü siyasi ve toplumsal şartlar göz önüne alındığında nasıl anlamamız gerekiyor? Bu sözün, Türk düşüncesindeki (özel olarak da İslamcılıkta elbet…) yeri nedir?
Rahmetli Sezai Karakoç’un zihin ve anlam dünyasında “İslam Dünyası” ifadesi çok önemli olan bir ifadeydi. Onun düşüncesinde İslam Medeniyeti’nin ve İslam Birliği’nin olma imkanı, “İslam Dünyası” adını verdiği Müslüman coğrafyanın veya İslam ülkelerinin siyasal, sosyal ve ekonomik olarak toparlanmasına bağlıdır. “İslam Dünyası” gerçekliği veya fikri, son iki asırdır ciddi bir taarruz altında kaldı. Söz konusu bu saldırılar iki biçimde oldu. İlki; bu coğrafyanın bizatihi saldırı altında kalıp istila veya işgale uğraması olan fiili saldırılardır. Diğeri ise fikri ve kültürel düzlemde meydana getirilen sözlü ifadelerin ve yazılı metinlerin oluşturduğu entelektüel saldırılardır. İslam Dünyasında fiili saldırılar, “parçalanma” durumunu meydana getirirken entelektüel saldırılar ise “güvensizlik” duygusunu oluşturmuştur. Hem “parçalanma” hem de “güvensizlik”, “İslam Dünyası” fikri veya söylemini gerçeklik dışı bir konuma ikame etmiştir.
Karakoç, bu parçalanmışlık ve güvensizlik durumunun farkında olan nadir mütefekkirlerden biriydi. Nitekim sizin zikretmiş olduğunuz bu manalı sözleri ne yazık ki anlaşılamadı ve ülkenin fikir dünyasında yer bulamadı. Çünkü parçalanmışlığın ve güvensizliğin ikame edildiği coğrafyada böylesi güçlü bir ifadenin makes bulması oldukça zordur. Filibeli Ahmet Hilmi, Sezai Karakoç ve Erol Güngör gibi isimlerin, İslam coğrafyasında inşa edilmek istenen “parçalanmışlığa” ve “güvensizliğe” karşı uyarıcı olmalara rağmen söylemek istedikleri çok anlaşılamadı. Emperyalizme karşı tepkisel olan “İslamcılık”, yaklaşık 70-80 yıldır Batılı oryantalist yazarlar ve yazdıklarıyla sistematik bir saldırıyla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’de ise 28 Şubat’la birlikte sistem tarafından illegal bir yapı muamelesine tabii tutulmuştur. 2010’dan beri ise bizatihi hem seküler hem de “dindar” aydınlar tarafından taarruza uğramış, nesneleştirilmek istenen bir fikri yaklaşım. Ya yok edilerek ya da nesneleştirilerek yok edilmek istenen İslamcılığı bitirme çabaları İslam’ın entelektüel dinamizmini bozguna uğratma babasıyla yakından ilgilidir. Mısır’daki İslami hareket olan İhvan-ı Müslüm’e ve bu hareketin siyasetçisi Mursi’ye yapılanları bu çabayla ilişkili olarak okursak doğru bir şey yaparız.
Ben, bazı sorunları olmasına rağmen İslamcılığı İslam dünyasının en güçlü entelektüel hareketlerinden biri olarak görüyorum. Yukarıda bahsi olunan sözün, -Sezai Karakoç’un hayatı ve yazdıklarını göz önünde bulundurarak- “İttihad-ı İslam” ile aynı düzlemde olduğunu düşünüyorum. İttihad-ı İslam şuuruna sahip olan Sezai Karakoç’un bu sözünü “Suriyeliler” diye pejoratif bir mana yüklenerek “ötekileştirilen” ümmetin bir unsurunu gözden çıkaranlarına yönelik yerinde manalı bir çıkış olarak yorumladım. Ümmet şuuru, Sezai Karakoç’un duygu ve fikir dünyasına işlenmiş ana bir motifti. Böylesi bir söz bu motifle doğrudan ilişkilidir.
Peki hocam, Sezai Karakoç’un bu sözü, Türkiye’nin son on yıldaki göçmen ve mülteci politikaları için; yeni bir kardeşlik tesisi için ne ifade ediyor?
Karakoç, gerek duruşuyla gerekse söylemleriyle ve yazdıklarıyla tehlikelere maruz kalma ihtimali yüksek olan bir adanın (bu ülkenin) veya yangın kulesinin nöbetini hiç aksatmamış bir nöbetçisiydi. Ana karayı yalnızca olası tehlikeler konusunda uyaran kuledeki bir nöbetçi olmayıp aynı zamanda geminin rotasını bulmasını sağlayan bir pusula ve fenerdeki bir neferdi. O, gerek yaşantı ve duruşuyla gerekse yazdıklarıyla, akıntıya kapılmadan sükûnetini koruyan bir mütefekkirdi. ”Defolsunlar, neden ülkelerinde değiller, burada ne işleri var veya ülkeye yük oluyorlar” gibi göçmen karşıtı söylemlerin arttığı bir dönemde bize tarihi hafızamızı, dinî kimliğimizi ve kaderimiz olan kadim coğrafya şuurumuzu hatırlatmak isteyen bir nasihat verdi. Bu sözler, aslında çok yakın dönemde aynı hinterlantta olan bizlerin ne kadar ayrıştırıldığına da dikkat çekti.
Bu cümleler, iki asırdır ikame edilen parçalanma ve güvensizliği kırmaya yetecek cümlelerdi. Üstad Karakoç’un çoğu fikri anlaşılamadığı gibi (burada müsaadenizle manifesto ifadesini kullanacağım) bu manifestosu da çok anlaşılamadı. Kurmuş olduğu cümlelerde sadece adı zikredilen şehirlere yapılan vurgu yoktu. Şehirler üzerinden kültürel, toplumsal, coğrafi ve dinî bütünlük ve birliktelik dair vurgusu da vardı. Benzeri kriz Balkanlarda, Asya’da veya Afrika’da olan bir ülke ve topluluk için çıksaydı benzeri cümleyi bizimle bağlantılı olan o ülkeler için de kurardı. Çünkü Sezai Karakoç için bir dönem Osmanlı hinterlandı içinde bulunmuş ülkeler ve toplumlar çok mühimdir. Onun indinde İslam toplulukları tespih taneleri Osmanlı ise o tespih tanelerini bir arada tutan imamedir.
Sezai Karakoç’un ifadelerinin karşılığını derin tarihi, coğrafi ve dinî bilinci olanlarda bulabilirsiniz. Bu bilinçten uzak olan şuurlarda bir yankı uyandırması çok mümkün değildir. O, bu sözleriyle hem bu bilincin yeniden inşasını kurmak ister hem de bu bilinci taşıyanlara hatırlatma vurgusunda bulunur. Bu sözler, “mülteci” veya “göçmen” krizi olarak görülen sorunu duygu ve şuur bakımından aşmada mottomuz olabilecek sözler. Halep’i ve Şam’ı görmüş olan biri olarak bu sözün diriliğini bizatihi tecrübe ettiğimi söyleyebilirim. Londra veya Berlin (çok sayıda vatandaşımız yaşadığı halde) bana çok yabancı gelmişti. Oysa Halep ve Şam, hiç yabancılık yaşamadığım sanki hep orada yaşamışım gibi hissettiğim iki şehirdi.
Türk düşüncesini genellikle Batı’da ortaya çıkan terim, kavramlarla okumaya/anlamaya çalışıyoruz. Tabii Batı’dan gelen teorileri de bilmemiz gerekiyor. Fakat bizim, Türk düşüncesini kendi sorunlarımız etrafında okuyabilmemiz için nasıl bir yol izlenmeli sizce?
Evet, dediğiniz doğru. “Çağdaşlaşma veya Modernleşme/modernizaiton, Batılılaşma/Westernization” gibi terimler kökleri itibariyle Batı’ya ait referanslar. Batı’dan gelen teoriler (materyalizm, pozitivizm, pragmatizm, komünizm ve entüisyonizm vs.) dönemin (19.-20. yüzyıl) yazar ve düşünürleri tarafından doğru olarak anlaşılamadı. Batılı olanı anlamadaki bu yetersizliğe, kendi toplumuna olan yabancılaşma ve hususiyetle Osmanlı hanedanlığına veya idaresine olan düşmanlık eklenince sorunlar daha da katmerleşti. Gerek karşısında geri kalınan Batı’nın bilinmemesi gerekse Batı’ya karşı tarafgir veya reaksiyoner tavır edinilmesi meseleyi doğru anlamamayı doğurdu. Bundan dolayı da kendimize özgü bir düşünce atmosferi de oluşturamadık. Bu dönemin düşünürleri, ne kendisini yapılandıran ne de kendisini anlamaya çalışan bir düşünceden daha çok içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalışan veya mevcut görüşleri anlamaya çalışan veya mevcudu sorgulayan bir çaba içerisine girmişlerdir. Düşünce geleneğimizi devam ettiremeyişimiz, hem sürekli hem de derinlikli düşünce oluşturmamıza engel oldu. Oysa Alman, Fransız, İngiliz düşüncesine baktığımızda sürekliliğin ve derinliğin oluştuğunu görürüz. Sürekli yıkılıp dikilen bir düşünce biçiminden özgün bir düşünce geleneği oluşturması beklenemez.
Geçmişte yazılanları okumamak alışkanlığı günlük hayatta hususiyetle birbirinin kitabını veya makalesini dahi okumayan yazar ve akademisyenleri meydana getirmiştir. Böylesi bir kültürel ortamın süreklilik ve derinlik oluşturması beklenemez. Düşünce ve yazın geleneğimizle ilgili metinlerin toplanması, okunması ve yeniden değerlendirilmesi yapılmadıkça, kendi kavram ve tasavvurumuzu oluşturamazsak özgün bir Türk düşünce geleneğini oluşturmamız mümkün değildir.
Hocam son olarak, Türk düşüncesinin geçmişini ve bugününü düşününce; Sezai Karakoç’un açmak istediği yolu düşünce ve son on yıldaki göç/ilticaya dair gelişmeleri göz önünde bulundurunca Türkiye’nin geleceğine için neler söyleyebilirsiniz, bizleri ne bekliyor sizce? Türkiye’nin geleceği için iyimser misiniz?
İki asırdır esas sorun mütefekkirlerimizin veya münevverlerimizin olmayışı. Merhum Cemil Meriç, Türk aydını için “intelenjensiya” terimini kullanıp bu sınıfı “Türklük için değil Batı için çalışan Batı’nın Yeniçerisi” olarak tarif etmişti. Türkiye’de kendine, değerlerine, geleneğine ve milletine inanmayan bir “entelijansiya” var. Bence 19. yüzyılda medreseye göre düşünür-mütefekkir sınıfı daha güçlü iken 19. yüzyıla göre daha zayıf olan 20. yüzyıl düşünürleri ve yazarları, akademiye nazaran daha güçlü. 21. yüzyılda akademi sınıfı, düşünür-yazar sınıfa göre daha güçlü gibi görünüyor. Fakat akademinin en büyük sorunu; özgünlükten yoksun oluşu, derlemeci ve Batı düşüncesinin ayak izlerine basarak hareket etmesi ve bunu bir meziyet zannetmesidir.
Tarihimizde sayısal olarak gerçekleşmiş olan en büyük göç hareketi ile karşı karşıya kaldık. Böylesi büyük bir göçe dair dişe dokunan, bize yön gösterecek bir metin yok neredeyse. Sayısal oranlara yani istatistiğe, anketlere ve mülakatlara boğulmuş, teoriden yoksun, niceliğe dayalı metinlerin önümüzü açacak bir derinliğe sahip olması da mümkün değil. Ben, göç dalgasından ve göçmen sayısından kaygı duymuyorum. Bu dalga iyi yönetilseydi büyük bir sinerji üretebilirdik. Fakat bu ihtimali kaçırdık gibi görünüyor demeyeceğim kaçırdık. Akademi, kültür, sanat, kültür, spor dünyasından ve farklı zanaatlardan birçok insan ülkemize geldi. Biz bu zenginliği “göçmen” veya “mülteci” adı altında tek bir kategoriyle mahkum ettik. Gelen göçmenlerin yeteneklerinden istifade eden bir sistem kurabilseydik süreçler çok farklı olacaktı. Biz ise böylesi büyük bir imkanı, zaafa ve yüke dönüştürdük. Burada tek hatalı siyasetçiler veya idareciler değildi toptan başarısızdık.
Ayrıca Suriye ve Afganistan’dan gelen bu topluluklar, bize ne tarih ne kültür ne de din olarak yabancı değillerdi. Selahattin Eyyübi ve Gazneli Mahmud’un diyarından gelen bu topluluklar bize ne kadar yabancı olabilirlerdi, neden yabancı olsunlar ki. Yukarıda bahsettiğim “parçalanmışlık” durumu ve “güvensizlik” duygusu süreci toptan hepimizin kötü yönetmesine yol açtı. Yaşadığımız söz konusu bu yabancılaşma, hem bu ülkeye gelen muhacirleri anlamamamıza engel oldu hem de Sezai Karakoç’un ifadelerini anlamamızı zorlaştırdı. Ben, söz konusu bu “yabancılaşmanın” geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar gençlerden yakınılsa da ben gençlerden çok umutluyum. Bu ümidimde haklı olduğumun en büyük göstergesi; hayır, iyilik ve fikir-bilgi yolunda trafik kazasında vefat eden dört gencin inşa ettikleri çok güzel hayatlarında bulunuyor. Bu ülkede böyle yaşayan binlerce genç var. Sorun gençlerde değil yönetim, düşünce ve akademi dünyasında. Bu dünyaların çok ciddi sorunları var. Yeni kuşağın, büyüklerinin hem oluşturduğu hem de aşamadığı bu sorunları da aşacağını düşünüyorum.