DİVAN ŞAİRLERİNİN DİLİNDEN SURİYE
Sümeyye YILDIZ YILDIRIM


Suriye yüzyıllar boyu çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmıştı ve her dönem adından sıkça söz ettiren şehirleri ile klasik Türk edebiyatına da konu olmuştu

Anadolu, Rumeli ve Kafkaslardan Mekke ve Medine’ye gitmek üzere yola çıkan hacı adaylarının bulundukları kervanların toplanma yeri Şam’dı.

Divan şiirinde Şam, çoğu kez, “dünya cenneti” veya “cennet kokulu belde” diye anılıyordu

     Suriye… Türkiye’nin kapı komşusu… Tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yaptı; 1516 Mercidâbık Zaferi ile Osmanlı topraklarına katıldı ve I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı idaresinden çıktı. Ekonomik ve siyasî bağlamda Suriye hakkında yazacak çok şey var belki. Ama bu işi ehillerine bırakıp başka bir pencereye yönelelim biz. Klasik Türk şairleri için Suriye ne idi? 16. asır divanlarına baktığımızda şairlerin, Osmanlı toprakları dâhilinde olan Şam, Halep ve Hama’yı çeşitli özellikleriyle andığını görüyoruz:

     1. ŞAM / ŞÂM / DIMIŞK / TIMIŞK: Günümüzde Suriye’nin başkenti olan Şam, içinde barındırdığı kültürel ve dinî değerler ile Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra gelen muhterem beldelerdendir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı idaresi altına giren Şam, padişahın vefatından sonra ve 18. yüzyıl sonlarına kadar çeşitli isyanlara maruz kaldı. Geçirdiği isyanlara ve depremlere rağmen ayakta kalmayı başarabilen şehir, Osmanlı döneminde ayrı bir öneme sahipti. Şehrin dinî, sosyokültürel ve ticarî hayatında özel bir yeri olan sürre alayları ve hac kervanlarının mutlak durağı Şam’dı. Şehir, klâsik şairlerimiz tarafından da sık sık anılmış. Her beyti bu yazı içinde anmak mümkün değil. Amacımız sadece güllerden bir deste hazırlayıp sizlere sunmak. Bakalım Şam, divan şiirinde nasıl kullanılmış:

     a. Şehir Olarak Şam: Şam için Sünbülzâde Vehbî ne diyordu sâhi? “Dünya cenneti, cennet kokulu belde”… Bunu düşünen sadece Vehbî değil. Bağdatlı Rûhî için de cennet, Şam’ın ya altında ya da üstündedir:

     Zîr ü bâlâsına bak ol hatt-ı anber-fâmuñ
     Cennet altında yâ üstünde demişler Şâmuñ

Şam menziline yaklaştıkça burna cennet kokusu gelmeye başlar:

     Cennet kokusı gelmeğe başladı meşâma
     Yaklaşdı gibi kâfilemüz menzil-i Şâma (İshak Çelebi)

     b. Şam-Akşam / Kara: Şam’ın kelime anlamı “akşam” olup klasik Türk şiirinde bu mânâsıyla tevriyeli şekilde sıkça kullanılmış. Cenâbî Paşa, meclisteki mumu geceyi aydınlatması ve dimdik durması bakımından Şam şehri komutanına benzetir. Mumun başındaki alev de şekli açısından bu komutanın şapkasıdır:

     Mîr-i diyâr-ı Şâm-durur şem‘-i bezm kim
     Oldı başında şu‘lesi zerrîn külâh ana

     d. Şam-Gül / Gül suyu: Gül… Doğuda “seyyidü’l-ezhâr (çiçeklerin efendisi)”, batıda “reine des fleures (çiçeklerin kraliçesi)”… Şairler tarafından sevgilinin en önemli vasıflarını anlatma aracı olan gül, çoğu dinî metinde, Hz. Muhammed’in remzi olarak kullanılır. Geleneksel olarak; güzel bir koku, şerbet, tatlı çeşnisi gibi şekillerde kullanılan gül suyu da dinî olarak Hz. Muhammed’in kokusunun remzi olması ve alkol içermemesi gibi sebeplerle önemli bir yere sahiptir. Zâtî bir gazelinde sevgilinin saçından yanağı üzerine damlayan teri, Şam’dan gelen gül suyuna benzetir:

     Arak tamdı saçından ârızı üzre didi Rûma
     Bu müşg ile mürebbâ gül suyıdur Şâmdan geldi

Beyitte tezat da vardır. Sevgilinin yanağı beyazdır ve Rûm’a benzetilir. Saçı ise siyahtır ve diğer anlamı “akşam” olan Şam’a benzetilir. Taşlıcalı Yahyâ Bey’e göre, Şam’ın meşhur gül suları Kâbe yollarına dökülür. Şair, bu işi Allah’ın yüce meleklerinin yaptığını söyleyerek hadiseye kutsiyet kazandırır:

     Görinen şebnem degül lutf ile Ka‘be yolların
     Her gice şâmî gülâb ile sular Kerrübiyân

     f. Şam-Hac Yolculuğu: Eskiden çeşitli bineklerle aylar süren Hac yolculukları yapılırdı. Anadolu, Rumeli ve Kafkaslardan Mekke ve Medine’ye gitmek üzere yola çıkan hacı adaylarının bulundukları kervanların toplanma yeri Şam’dı. Hacı adayları, Şam’a kadar at, katır ve eşekle gider; Şam’da ise deveye binerek yollarına devam ederlerdi. Bu bağlamda sevgilinin yüzünü Kâbe’ye, saçını da Şam’a benzeten Şemsî Paşa, aynı zamanda Mekke yolu üzerinde bulunan Şam’ı da kastetmiştir:

     Öpmeye hâyil oldı zülfini
     Ka‘be yolında ugradum Şâm’a

Süheylî, sevgilinin saçını bir beyitte saça, bir beyitte bene benzetmiş; ancak her iki beyitte de hac yolculuğu hayalini kullanmıştır:

     Şimden girü ruhsârına meyl eyle ko zülfin
     Geç Şâm’dan iy dil yüri ‘azm-i Harem eyle
     Kıblem ruhuña hatt-ı siyehfâm yitişdi
     Cân Ka‘besine kâfile-i Şâm yitişdi

     g. Şam-Hz.İsa: Âlimler tarafından görüş birliğine varılamamış olan rivayete göre Hz. İsa, kıyametin delillerinden biri olan Deccâl ortaya çıktıktan sonra, sabah namazı vaktinde Şam’ın doğusundaki beyaz minareye inecek, Müslümanlara hükmedecek, hacı kırıp domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, hac ve umre yapacak, Deccâl’i öldürdükten sonra yedi ya da kırk yıl yaşayacak, daha sonra Şam tarafından esen bir rüzgârın etkisiyle, tüm mü’minlerle birlikte ölecektir. Bu mesele, şairlerimiz tarafından da işlenmiştir. Beyitlerde nüzûlün Şam şehrinde, Beyaz Minarede (Ak menâre, menâre-i Beyzâ) ve sabah vakti gerçekleşeceği ayrıntıları atlanmamıştır. Süheylî, “subh” redifli kasidesinde, Hz. İsa’nın ahir zamanda Şam şehrindeki Ak Minâre’ye ineceğini söyler. Bilindiği gibi Ak Minâre’den kasıt, ünlü Emeviyye (Ümeyye) Camii’dir:

     Âhir zemânda oldı meger şehr-i Şâm’da
     Îsîyi zemîne inmek içün Ak menâre subh (Süheylî Divânı)
     Olalı câmi-i Şâma Menâre-i Beyzâ
     Firâk subh-ı Mesîhâ deme çeker kandîl (Hayâlî Divânı)

     h. Şam-Kâğıt: Şam şehri kâğıdın ilk üretim merkezlerinden biridir. Kaynaklara göre, özellikle 15. asra kadar burada üretilen kâğıt, başta Mısır olmak üzere pek çok ülkeye ihraç edildi. Ancak bu tarihten sonra Avrupa’nın, Suriye iç pazarına ucuz kâğıt sokmasından ve herkesin bu kâğıdı tercih etmeye başlamasından ötürü, kalitesi yüksek ve pahalı olan Şam kâğıdına olan ilgi azaldı. Bu şekilde, Avrupa ülkeleri dâhil pek çok ülkeye ihraç ediliyorken, Avrupa’dan ithal edilir hale gelen kâğıt, Şam piyasasındaki ve ekonomisindeki önemini tamamen yitirdi. Klasik şiirde ise sevgilinin yanağı, yüzü, temiz ve pürüzsüz olması sebebiyle boş kâğıt gibidir. Yüz, Şam’da üretilen değerli ve kaliteli bir kâğıda benzetilmiştir:

     Nesh ider tevkî’-i Yâkûtî muhakkak çün gubâr
     Hatt-ı Yâkût’uñ Dimişkî yüzüñe yazup rakam (Gelibolulu Sürûrî Divânı)

     “Muhakkak toz, (senin) Yâkût hattının Şâmî yüzüne yazı yazarak Yâkûtî işareti kopyalar.” Beyitte geçen “hatt-ı Yâkût”, ünlü hattat Yâkût el-Müsta’sımî’ye telmihtir. Aklâm-ı sitte denilen altı çeşit yazının klasik ölçülerini belirleyerek hat sanatında önemli yenilikler gerçekleştiren hattat, muhakkak, reyhânî, sülüs ve nesih yazılarını klasik formlarına kavuşturdu. “Kıbletü’l-küttâb” lakabıyla anılan Yâkût’un ünü kısa sürede yayıldı ve Bağdat başta olmak üzere tüm İslam dünyasında saygı gördü, kendisine büyük değer verildi. Bundan yola çıkarak, Gelibolulu Surûrî’nin beytinde geçen “nesh” ve “muhakkak” kelimelerinin aynı zamanda yazı çeşidi anlamını bize hatırlattığını söylemeliyiz.

     ı. Şam-Kumaş: Osmanlı’da ipek ve keten karışımıyla dokunan ve adına Şam kumaşı veya Dımışkî denen geleneksel bir kumaş çeşidi mevcuttu. Bu kumaş, Şam’da imal edilip İslam ülkelerine ve Avrupa’ya gönderilirdi. Şam kumaşı, Enverî Divanı’nda şöyle geçer:

     Sana bir müşki Şâmî atlas itmiş zülf-i şeb-rengün
     İşitdüm ki yaraşur egnüne iy mâh-ı tâbânum

“Ey parlak ay (gibi güzel sevgilim)! Duydum ki gece renkli saçın sana misk kokulu bir Şâmî atlas kumaş (dikmiş); sırtına yakışır.”

     i. Şam-Savaş Aletleri: Geçmişte Şam, savaş aletleri üretmede önde gelen şehirlerdendi. Evliyâ Çelebi’nin de “Dımışkî kalkan, Dımışkî hışt (mızrak), Dımışkî topuz, zırh” şeklinde bahsettiği bu aletler meşhurdu ve klasik şiirde ise genellikle “Şâmî şemşir, Tımışkî tîğ, Şâmî nîze, suyûf-ı Şâm, hüsâm-ı Şâmî” gibi şekillerde yer edinir. Âşığın sinesinden çıkan âhın dumanı, yaralayıcılığı ve şekli bakımından Şam’da yapılan kılıçlara benzer:

     Dûd-ı âh-ı ‘âşıkı bir Şâmî şemşîr eylemiş
     Çarh cellâd olmaga beñzer ki tedbîr eylemiş (Emrî Divânı)
     Benzedürlerse Dımışkî kılıca müjgânuñ
     Aceb olmaz o meh-i sîm-beden gamlıdur (Bağdatlı Rûhî Divânı)

Zâtî’nin bakış açısı bunlardan biraz farklıdır. Sevgili âşığa hayatta iken o kadar çile çektirmiştir ki, âşık öldüğünde bu cefaların bir bir mezar taşına kazılmasını ister. Kazma işi için kullanılacak alet ise, Şam kılıcıdır:

     Zâtîyâ ol seng-dil müjgânı cânum aldugın
     Seng-i kabrümde Tımışkî tîglerle kazalar (Zâtî D)

     2. HALEB (HALEP): Suriye’nin ikinci büyük şehri olan Halep, Anadolu-Mezopotamya, Akdeniz-İran arasındaki yolların kesişme noktası olması sebebiyle, hem ticarî ve kültürel açıdan çok gelişmiş, hem de bu yollardan sefere çıkan orduların tahribatına maruz kalarak devamlı zarar görmüştür. Şehrin güvenlikli olması, hububat üretimine önem verilmesi, Osmanlı ekâbirinin şehirde çok büyük imaretler inşa ettirmesi, çok sayıda koyun sürülerine sahip olan Türkmenlerin bu bölgeye yerleşmiş olmaları, özellikle İran’a yapılan seferlerde ordunun ihtiyaçlarının buradan karşılanıyor olması gibi pek çok sebep, Halep’i özellikle 16. asır Osmanlı devrinde çok önemli bir yere yerleştirmişti. Bazı beyitlerde Halep, bir Arap şehri olması dolayısıyla anılır. Arap ülkelerinin yüzünde bir ben olan Halep, zevkte Me’vâ cennetinin saraylarının bulunduğu meydan gibidir:

     Haleb kim hâl-i rûy-ı çihre-i milk-i ‘Arab’dur ol
     Safâda gayret-i sahn-ı sarây-ı cennetü’l-me’vâ (Süheylî Divânı)

Garîkî’de Halep, ilim merkezi olma yönüyle öne çıkmıştır. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” hadis-i şerifine atıf yapılarak, buradaki Çin ülkesinden kastın Şam ve Halep olmadığı, gönül olduğu vurgulanır. Gönül, ilmin merkezidir:

     Utlübü’l ‘ilme didi lev-bi’s-Sîn
     Dil durur Sîn sanma Şâm u Haleb

Sehâbî, sevgiliye öyle âşıktır ki, aşkının esiri olmuştur. Ona göre sevgili için çekilen gamının zindanı ile ahın ateşi, Şam şehrinden ve Halep sancağından yeğdir:

     Esîr-i ‘ışka zindân-ı gamuñla nâr-ı âhıdur
     Sevâd-ı mülk-i Şâm u sancak-ı mîr-i Haleb’den yeg

Cam işçiliğinin yoğun şekilde yapıldığı Halep’te imal edilen ve “câm, zücâc” olarak da isimlendirilen “kadeh”ler meşhurdur. Behiştî, Halep’i “zücâc” ile anar:

     Şâm-ı gamda dil ider ‘ışkuñı âlemlere fâş
     Ki nihân eyleyimez şem‘i zücâc-ı Halebî

Sevgilinin köyü (âşık) gönüllerle şöhret yakaladığı gibi, Halep şehri de cam ile şöhret bulmuştur:

     Buldı dillerle kûyı şöhret-i hâs
     Nitekim şîşe ile şehr-i Haleb (Edirneli Şevkî D)

Şevkî, gönlünü, parlaklığı ve temizliği sebebiyle cama benzetir ve gönül şehrine sevgiliyi davet etmek ister. Halep’te cam yapımı meşhur olduğu için, gönlünü aynı zamanda Halep şehrine benzetir:

     Da‘vet etsem o perî şîşe gibi gönlümi sır
     Kendü şehri mi sanur yohsa diyâr-ı Halebi

Hayâlî Bey, ceylana benzettiği Halep güzellerini över. Şair beyitte, gerçek anlamıyla, şehrin av mekânı olmasından bahsediyor olabilir:

     Hayâlî çeşmi ceylân dilrübâlar seyrin eylersin
     Bu mevsimde şikâra yer mi var şehr-i Halebden yeg

     3. HAMA: Suriye’nin orta kısmında, Âsi nehri kıyısında kurulmuş olan şehir; Yavuz Sultan Selim’in Suriye-Mısır seferi sırasında Osmanlı idaresine girdi. 16. asır klasik şiirinde Hama’ya, yalnızca Gedizli Kabûlî Divanı’nda rastladık. Divanda, Beylerbeyi Mehmed Paşa’ya sunulan bir mesnevîde şair, Hama’nın kadılığını ister. Bunu söylerken de öncelikle, hacetine bir zemin hazırlama sadedinde, tüm kadıların toplanarak kendisini bu beldeye layık gördüklerini iddia eder:

     Ol durur kim cemi’-i kâdîler
     Bir bölük hakk-ı şer’e râzîler
     Cem’ olup bir yire yesâr u yemîn
     Bize bir matlab itdiler ta’yîn
Bu beldenin adı Hama’dır:

     Nâmı ol matlabuñ kazâ-i Hamâ
     Bize telhîs olınmış idi şehâ

Suriye günümüzde, on yıldan fazladır içinde bulunduğu iç savaşla her ne kadar yıkılmaya ve yok olmaya yüz tutmuş bir ülke olsa da, yüzyıllar boyu çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve bu sayede gelişip zenginleşmiş bir yerleşim yeridir. Her dönem adından sıkça söz ettiren şehirleri ile klasik Türk edebiyatına da konu olmuştur.