Dicle-Fırat İslâm Federasyonu yahut Türkiye-Suriye-Irak Kardeşliği ve Sezai Karakoç
Şaban Abak


Karakoç için Şamlı Muhyiddin-i Arabî ile Konyalı Mevlâna Celâleddin arasında sınır yoktu, mayın, vize, pasaport yoktu, bugün de olmamalıdır

Sezai Karakoç, yarım yüzyıl önce çeşitli farklılıklar bahane edilerek İslam devletlerinin birbirleriyle savaştırılacaklarını öngörmüştü. 

Üstad, basiret sahibi bir İslâm aydını olarak, diğer İslâm aydınlarına sesleniyor ve önlemler almaya çağırıyordu.

Sezai Karakoç’un 1990 sonrasında Diriliş Partisi Genel Başkanı sıfatıyla düzenlediği haftalık sohbet toplantılarında yaptığı konuşmalardan birinde kendisine bir Suriye sorusu sorulmuş, Karakoç da ezberleri bozan müthiş bir cevap vermişti. Sonraki yıllarda adeta meşhur olan ve çok konuşulan bu soru-cevap sahnesine bizzat şahit olmuş biri olarak konuyu özetlemek ve böylece Karakoç’un “İslâm Ülkesi” ve “İslâm Milleti” görüşünü de açıklayan bir örnek sunmak istiyorum.

Karakoç, şüphesiz büyük şairliğinin yanı sıra büyük bir düşünce ve aksiyon adamı; bir “İslâm siyasî düşünürü”dür. Bütün dünya Müslümanların “bir millet” (İslâm Milleti) ve bütün İslâm topraklarının “bir ülke” (İslâm Ülkesi) olduğu gerçeği, Karakoç’un siyasî görüşlerinin temelini ve çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu temel kavramları ve buradan hareketle Müslümanların gerçek bir kardeşlik ruhu ile dayanışma ve birlik içinde hareket etmeleri gereğini de en çok ve en güçlü biçimde Karakoç ifade etmiştir.

1974 yılında yazdığı bir dizi yazıda bu konuyu yeniden ele alan Sezai Karakoç, “Birlik İdeali” başlıklı yazıda şöyle sesleniyordu: “İslâm Birliği idealini bir hayal, bir ütopya sananlar aldanıyorlar. Göz görüyor ve kalp duyuyor ki İslâm Âlemi için birleşmek, bir araya gelmek, artık var olmanın tek şartı hâline gelmiştir. Veyl bu gerçeği görmeyenlere!” (S. Karakoç, Sûr, s 92)

Aynı yazıda esasen tarih boyunca asla bir araya gelememiş, aksine aralarında korkunç kıyıcı savaşlar yaşamış Avrupa devletlerinin “birlik” olabilmek için yapay dayanaklar aramalarına karşın, daha elli yıl öncesine kadar bir devlet bayrağı altında yaşayan Müslümanların şimdi birlik olmayı hayâl zannetmelerindeki çelişkiye dikkat çekilerek, “Avrupa, Birliğini tamamlamadan, Müslümanlar, yaşayabilmek için birliklerini tamamlamak zorundadırlar” deniliyor.

İlk baskısı 1975 yılında yapılan “Sûr” adlı kitabında bu yazının öncesinde yer alan “Parçadan Bütüne” başlıklı yazıda ise “birlik”e varabilmek için öncelikle İslâm ülkelerinin arasında “bölgesel federasyonlar” kurulması teklif ediliyor: “Kuvvetleri birleştirme, maddi ve manevî bütün kuvvetleri birleştirme suretiyle bir araya gelme ve bu şekilde saldırıya karşı koyma zarureti ile karşı karşıya gelmiş bulunuyor İslâm Ülkeleri! Yoksa bugünkü gibi olursa her birini tek tek ortadan kaldırmanın yollarını arayacaklardır… Mısır, Libya, Tunus, Fas, Cezayir’den meydana gelen Kuzey Afrika İslâm Federasyonu, Nijerya ve civarındaki Müslüman ülkelerden meydana gelen Batı Afrika İslâm Federasyonu, Türkiye, Suriye, Irak’tan meydana gelen Dicle-Fırat İslâm Federasyonu, Filipinler’i de kurtarıp içine almak suretiyle Endonezya, Malezya, Pakistan ve Afganistan’dan meydana gelen Güney Asya İslâm Federasyonu gibi bölge federasyonları kurmak artık kaçınılmaz bir savunma zarureti olmuştur.” (S. Karakoç, Sûr, s 90-91)

Bilindiği gibi 1990’da Diriliş Partisi kurulunca, Sezai Karakoç, partinin İstanbul ve sık sık Ankara ofislerinde haftalık düzenli toplantılar düzenledi. Basına ve halka açık bu toplantılarda bir buçuk iki saat süren konuşmalar yapıyor, konuşmaların sonunda soru-cevap bölümü yer alıyordu. Büyük çoğunluğunun ses veya video kaydı bulunan; bazılarının bizzat Karakoç tarafından kaleme alınmış yazılı metinden hareketle yapıldığı bu konuşmalar toplamı yayınlandığında çok daha kapsamlı hale gelecek olan Karakoç külliyatı, erbabınca yeni baştan okunmayı gerektirecek bir kıymettedir.

90’lar, özellikle SSCB’nin çökmesinin de etkisiyle İslâm coğrafyasında bir dizi çok kanlı savaşın yaşandığı yıllardı. Azerbaycan, daha yeni bağımsız olmuştu ki Rusya destekli Ermenistan’ın saldırısına uğradı ve Karabağ işgal edildi. Yine Kafkasya’da Rusya-Çeçenistan savaşı, Gürcistan, Osetya ve İnguşetya savaşları yaşanıyordu. 91’de Amerika ve İngiltere önce Körfez ülkelerine ardından Irak’a saldırdılar. 92’de Yugoslavya dağıldı ve Balkanlar’da özellikle Bosnalı Müslümanlara yönelik soykırım düzeyinde kanlı saldırılar yapıldı. Bosna savaşı, ikinci dünya savaşından sonra Avrupa’da yaşanan en kanlı savaş oldu. Afganistan’da, Filistin’de, Sudan, Somali ve daha pek çok İslâm ülkesinde görünüşte etnik ya da mezhep farklılıkları sebebiyle gerçekte ise ABD, Avrupa veya Rusya’nın çıkarları için; onların silah ve para desteğiyle saldırılar, iç çatışmalar sürüp gidiyordu.

İşte bu ortamda üstad Sezai Karakoç, sohbet toplantılarının birinin soru-cevap bölümünde şöyle bir soruyla karşılaştı: “Efendim, siz Türkiye’nin Suriye ve Irak’la birleşmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Ancak Suriye bizden Hatay’ı almak istiyor. Suriye’nin Hatay’ı bizden almak istemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” Tarihini ve soranı hatırlamadığım soru aşağı yukarı bu şekildeydi ve genç bir öğrenci tarafından sorulmuştu. Sezai Karakoç, ani bir sertlikle ve elini de masaya vurarak “Elbette Hatay Suriye’nindir!” dedi. Kısa bir sessizlik ve şaşkınlık anı yaşayan salondakilere hitaben, ilk cümlesini tekrarlayarak şöyle devam etti: “Elbette Hatay Suriye’nindir. Esasen Konya da Suriyelilerindir. İstanbul da Suriyelilerindir. Nasıl Şam bizimse; Halep bizimse buralar da öylece onlarındır. Bu topraklar Türkiye ve Suriye halkının ortak topraklarıdır. Bütün İslâm şehirleri bütün Müslümanlara aittir. Kudüs de hepimizindir, Saraybosna da. Atalarımızın bize miras bıraktığı bütün İslâm şehirleri Müslümanların tamamına aittir. Şamlı Muhyiddin-i Arabî ile Konyalı Bahaeddin Veled veya oğlu Mevlâna Celâleddin arasında sınır yoktu, mayın, tel örgü, vize, pasaport yoktu, bugün de olmamalıdır ve gelecekte olmayacaktır inşallah!”

Böylece Sezai Karakoç, “İslâm ülkesinin bölünmez bütünlüğü” görüşünü, bugünkü bölünmüşlüğün İslâm düşmanlarının saldırıları sonucu oluşmuş geçici ve arızî bir durum; sınırların ise yapay ve anlamsız olduğunu bir kere daha çarpıcı biçimde ifade etmiş oluyordu.

Sezai Karakoç, tam yarım yüzyıl önce, Türkiye, Suriye ve Irak’ın sınırdaş oldukları bölgelerde su ve petrol sebebiyle, etnik ve mezhebi farklılıklar bahane edilerek çatışmalar ve iç savaşlar çıkarılacağını, bu devletlerin birbirleriyle savaştırılacaklarını öngörmüştü.  Bütün bu çatışmalara engel olmak ve barışı sağlamak için öncelikle bu üç ülkenin “Dicle-Fırat Federasyonu” adı altında askerî, ekonomik ve siyasî güçlerini birleştirmeleri gerektiği görüşünü her vesileyle sürekli yazmış ve dile getirmişti. Üstelik bu yazıların yazıldığı 1974 yılında, şu anda Irak, Suriye ve Türkiye’de faaliyet gösteren terör örgütlerinin hiçbiri yoktu. Kimi mikro ırkçı, kimi birbirlerini katletmeyi “sevap” sayacak kadar farklı anlayışlarda olmak şartıyla sözüm ona “dinci” bu terör örgütlerini kurup yöneten, paraya ve silaha boğan gerçek düşmanlar, şimdi olduğu gibi alenen tırlarla silah ve mühimmat taşımıyorlardı. İran-Irak savaşı olmamış, Körfez saldırıları, Irak’ın işgali ve parçalanması, Suriye’nin harabeye çevrilmesi, milyonlarca Müslümanın kana ve gözyaşına boğularak yerlerinden yurtlarından edilmesi henüz yaşanmamıştı.

İşte Karakoç, basiret ve feraset sahibi bir İslâm aydını olarak, çağdaşı olan diğer İslâm aydınlarına sesleniyor; İslâm ülkelerinin devlet adamlarını, komutanlarını, üniversitesini ve gençliğini uyarıp onları bu felaketlerin yaşanmaması için fedakârlık yapmaya; tedbirler ve önlemler almaya çağırıyordu.

İslâm düşmanlarının sadece 2000’den sonra Irak ve Suriye’ye yaptıkları korkunç saldırıları; Bağdat’ı, Musul’u, Kerkük’ü, Halep’i, İdlib’i, Şam’ı nasıl korkunç yıkımlara ve katliamlara uğrattıklarını bile göz önüne getirsek, Karakoç’un birlik çağrısının tarihî değeri ve önemi apaçık görülecektir.

Irak’ın ve Suriye’nin başına gelenler Türkiye’nin başına gelmedi diye sevinemeyiz; bununla teselli olamayız. Kaldı ki bu tehlike de geçmiş değildir. Suriye ve Irak’ın halkları Türkiye halkının tarihî ve tabii bir parçasıdır; öz kardeşidir. Türkiye-Suriye-Irak coğrafyası ise dünya durdukça bir arada duracak tarihî ve tabii bir bütündür. Bu üç ülkenin topraklarını sularıyla yeşerten Dicle ve Fırat ırmakları nasıl sınır ve tel örgü dinlemeden kesintisiz çağlayıp akarak adeta “biz bu coğrafyanın ortak suyuyuz, biz suyu ve toprağıyla bölünmez bir bütünüz” diyorlarsa, bu ülkelerin aydın vasıflı yöneticileri de bu sese kulak vermeli, bu çağıltının kutlu çağrısını takip etmelidirler.