Cibrân Halîl Cibrân’ın Vikontes Cécile’ye Mektubu
Cibrân Halîl Cibrân
Çev. Soner Akdağ
Vikontes Cécile, 1910’da Cibrân Halîl Cibrân’a bir mektup gönderir. Vikontes, Avrupa edebiyat dünyasının meşhur kadınlarından biri olmasının yanı sıra Suriye ve Suriyelilere muhabbet besleyen oryantalistler arasında yer almaktadır. Kutsal Topraklar, Fars Diyarı, Mısır ve Arap Yarım Adası’yla ilgili güzel yazıları da bulunmaktadır. Cibrân, kendisine şu mektupla mukabele eder:
Saygıdeğer Vikontes Hanımefendi,
Bendenize göndermek lütfunda bulunduğunuz mektubunuzda şunları yazmışsınız:
“Ben Suriye’yi seviyorum çünkü güzel. Ayrıca onun güzelliğinin, şahsımda tuhaf ve büyülü duygular uyandıran, derin ve hoş anılar canlandıran manevi bir özelliği de var. Suriyelileri de seviyorum zira zekiler ama bahtsızlar. Bununla birlikte (aralarında bir sınıf var ki) bu sınıftan nefret ediyorum çünkü onlar kadim Doğu medeniyetinin güzelliklerini bırakıp modern Batı medeniyetinin çirkinliklerine meylettiler. Bu yüzden şimdilerde o, kendisini beşerin diğer toplumlarından temyiz eden renkten yoksundur.”
Bu; muhafazakârların Doğululardan işitip karşısında teessüfle boyun büktükleri, modernistlerinse kendi aralarında idrak edip bıyık altından güldükleri acı bir hakikattir. O teessüfün acılarıyla bu gülüşün alaycılığı arasına sıkışan Suriye, bugün, yolların kesiştiği kavşakta kaybolmuş olup şaşkın bir vaziyettedir. Bana gelince; ne Suriye’nin eski elbisesindeki yeni ama kirli yamayı gördüğümde teessüf ediyor, ne de köhnemiş bir ruhun yeni cesedini karşımda bulduğumda mutluluktan havalara uçuyorum. Ben Suriye’ye, iki korkunç hastalığa –taklit ve gelenekçilik hastalıklarına– müptela olmuş hasta annesine şefkatle nazar eden bir oğul gibi bakıyorum. Gelenekçilik, Saygıdeğer Hanımefendi, kişiyi gündüzün ziyasında seyreden bir köre çevirir. Taklitse, gözleri gören ama gecenin zifiri karanlığında yol alan birine dönüştürüverir. Bu iki şahıs arasında; ilkinin etrafını karanlıkla kuşatması, ikincisininse karanlık tarafından kuşatılması dışında ne fark var ki?
Suriye’deki muhafazakârlar; din büyükleri, aşiret reisleri ve eski ailelerin ileri gelenlerinden oluşur. Din büyükleri; güzellik ve kolaylığından ötürü değil, aksine, otoritelerinin bekasını sağlamak için gelenekleri muhafaza ederler. Aşiret reisleriyle eski ailelerin ileri gelenleriyse, pek tabii ki, ülkenin bütünündeki benzerleri gibi Suriye’ye Mağrib’den gelen her yeni ruhla mücadele etmek için nüfuzlarını kuvvetlendirmeye yönelirler. Onları kınayacak değiliz. Zira ülkelerinin fezasında kanat çırparken gördükleri bu yeni ruhlar, hurafelerle mücadele namına Doğu adabının saygınlığına gölge düşürüyor ve Suriye’nin yüzündeki “şeref” peçesini, cesedindeki ahmaklık libasını da çekip çıkarmak suretiyle paramparça ediyorlar.
Frenk okullarından mezun olan veya yeni dünyaya göçmüş bulunan modernistlerse, Yakın Doğu’nun latif ama dumanla kaplı manzarasına sahip bahçesindeki meyveler gibidirler. Ne var ki muhafazakârlardan daha zararsızdırlar çünkü onların hem etkileşimleri daha zayıf, hem gölgeleri daha kısa, hem de tamahları daha azdır. Lakin –sizin de bildiğiniz gibi Muhterem Hanımefendi– Suriye’de; düşünce yönüyle muhafazakârlardan daha zengin, hikmet açısından da taklitçi modernistlerden daha üstün olan üçüncü bir grup daha vardır. Bunlar, dinin bizzat kendisini sevdikleri için din büyüklerinin otoritelerinden yüz çevirir; kendi şereflerine duydukları saygıdan ötürü, asilzâdelere boyun eğmekten nefret eder; bilgi ve güzel adaplarına ulaşmakla birlikte Batı’nın çirkin âdetlerinden de uzak dururlar. Bu grubu, ılımlılar olarak adlandıramam çünkü mezkûr grubu oluşturan kişiler, bir kaktüsten gül devşirilemeyeceğini ve dikenlerden de şarap sıkılamayacağını bildikleri için, geleneğin kölelerine ait erdemlerle taklidin kullarına ait güzelliklerin arasını bulma gayreti ortaya koymazlar. Ayrıca bunları hoşgörülü olarak da niteleyemem; çünkü birinin cehaletini, diğerinin de çöküşünü idrak ettikleri için, Doğu’nun hurafelerine teslim olmuşlara dostça davranmadıkları gibi Batı’nın rezaletlerine batmışlara da şefkat göstermezler. Aksine bu sınıf, ahlak, anlayış ve meziyetleriyle bağımsız; yönelim ve arzularıyla da Doğuludur. Kendi toplumlarında, daha iyi bildikleri için Arapça konuşur; Londra ve Fransa’dan fırlatılan sefil roman ve iğrenç öyküleri sevdiklerinden değil, Fransa’nın yüksek edebiyatına ve İngiltere’nin de seçkin bilimlerine hayran olduklarından Fransızca ve İngilizce çalışmalarında derinleşirler. Bu grup, Avrupa’daki ahlaksız öykü ve âşık anekdotlarının yazarları hakkında hiçbir şey bilmez ama Shakespeare, Goethe, Dante ve Balzac hakkında her şeyi bilir. Ayrıca Darwin, Kant, Nietzsche ve Renan’ın icat ettiği modern uygarlığın garipliklerinden söz eden gazete haberlerine de ilgi duymaz.
İşte Suriye'yi diğer Doğu ülkelerinden ayıran sınıf budur ve bu sınıfın mensupları, Mısır ile Şam’da edebi dirilişin mucidi olan adamlardır. Doğuluları, parlamenter sistemi kabule hazırlayanlar da yine bunlardır.
Milletler de ağaçlar gibi filizlenir, serpilir, yükselir ve nihayet son hadlerine ulaşıp iyi ya da kötü meyveler verirler. Sonra üzerlerinden yıllar geçer, kocarlar; dal ve kökleri kurur; fırtınalara maruz kalıp çöker, nihayet güz yaprakları ve kışın karlarıyla da kefenlenirler.
Suriye de güneşin önünde cesurca büyüyen, lezzetli üzümler veren, ilahi yiyeceklerle onurlanan, efsunlu şarabından insanların içip sarhoş oldukları ve neşesinden bir daha da uyanamadıkları bir asmadır. Ne var ki bugün o asma, üzerinden geçenlerin ayakları altında çiğnenip çitleri hırsızlar tarafından yıkıldıktan sonra bir başka yolcu tarafından yeniden yeşerip yapraklanmış olarak bulunmuş ve dalları fecrin meltemcikleriyle ikinci kez sallanmaya başlamıştır. Bu, tarihin örneğini görmediği bir mucizedir ve söz konusu mucizeyi, Nebukadnezar ile Abdülhamid döneminin günleri arasında gelip geçen nesilleri bilenlerin dışında hiç kimse takdir edemeyecektir.