Hayri ez-Zehebi; İsrail’de esir Suriyeli bir subay
Suriye'den sınır dışı edilen Filistinli mülteci


Ahmed Said Necm/ Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşayan Filistinli yazar

Gücünün zirvesindeki Suriye rejimine karşı aleni ve müsamahasız bir şekilde muhalefet edebilecek kişiler vardı, Hayri de onlardan biriydi.

Birbirimize anlattıklarımız, gece vakti herkes uyuduğunda yazıya dökeceklerimizdi sanki.

Suriyelilerin başına gelen bu Nekbe’de yürümekten, koşmaktan, yazmaktan başka dünyalık zevkimiz kalmış mıydı ki?

Başta dostum Hayri ez-Zehebi olmak üzere Suriyeli yazarlar veya Şam’da ikamet eden yazarların çoğuyla tanışmam, kısa öyküleri ve bazı edebi yayınların eleştirel incelemelerini yazmaya başladığım 1970’lere dayanıyor. O dönemde Şam’daki basın platformları sınırlıydı. Dolayısıyla yeni başlayan, yıllarca sabırlı olması gereken, şayet yeteneği çok parlak değilse önce okuyucuların posta kutularına yahut gençlik dergilerine başvurması gereken yazarlara ulaşması kolay değildi.

1981'de ilk öykü koleksiyonumu yayınladıktan sonra Suriye'deki Arap Yazarlar Birliği'ne üye oldum. Bu birlik, pratikte bazı istisnalar haricinde Suriyeli yazarların yahut Suriye vatandaşlığına sahip Filistinli yazarların bir araya geldiği bir sendikaydı. Buraya üye olarak kariyerimde önemli bir atılım kaydetmiş oldum. Konumum yükseldi; falanca yazarın takipçisi iken birden akşam görüşmelerinde bir arada olduğu arkadaşı haline geldim. Şevki Bağdadi, Said Havrani, Memduh Advan, Hayri ez-Zehebi, Adil Ebu Şeneb, Adnan Bacati, Hasib Kayyali gibi Suriye ve Arap edebiyatında ciddi etkileri olan Suriyeli yazarlar ve yaratıcı kişilikler ile bir araya gelmeye başladım. Bunlar yalnızca şimdi aklıma gelen isimler, daha fazlası da var. O zamandan bu yana meslektaş olduk. O tarihten iki ya da üç sene öncesine kadar kendileriyle arkadaşlık kurmaya, Salihiye’deki Laterna Cafe’de döndürdükleri şamatalı münakaşalara dahil olmaya cesaret edememiştim. Bu kafe, diğer birçok fener gibi sonradan sönen fenerdş… Feridi Meyhanesi, Hicaz Cafe, Ravda Cafe, bugün Şam sokakları ve mahallelerinde yürüyenlerin sokaklarda göremeyeceği güzel görünüşlü bitkiler… Şimdi bunlar yalnızca bazı hikayelerde ve şiirlerde kaldı.

1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali ardından edebi alandaki ilişkiler daha da koyulaştı. Filistin örgütleri, gazete kadroları, partizan veya askeri kurumlar ve toplumsal kuruluşlar Beyrut’tan Şam’a taşındı. 1983’ten Oslo Anlaşmaları’nın imzalandığı 1993’e kadarki 10 yıl, bence, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulduğu 1964 yılından bu yana Filistin basınının en parlak dönemlerinden biriydi. Filistin basını söz konusu 10 yıllık sürede yoğun bir gelişim sağladı. Filistin dergilerinde çalışan personelin 70’li yıllarda Beyrut’ta edindiği deneyim ve profesyonelliği asla küçümsemiyorum, ancak Filistin basını; Şam’a intikali üzerine Suriye kültürel iklimi, aynı zamanda Suriyeli, Suriye vatandaşlığına sahip Filistinli aydınların ve yazarların aktif katılımı ile daha da zenginleşmiş, kültürel açıdan daha zengin konulara odaklanır hale gelmiştir. Yusuf el-Yusuf, Faysal Derrac, Ahmed Barkavi, Fevaz Lid, Mahmud Mevid gibi isimlerin bu dergilere sürekli katkıları olmuştur. O zamanlar ulusal mesele ile milliyetçi mesele arasındaki keskin ayrımlardan haberdar olmayan bir entelektüel atmosfer hakimdi.

Lafı uzattım, şimdi dostum Hayri ez-Zehebi’den bahsedeyim. 90’ların başlarında dahi bir araya geldiğimiz kalabalık birçok etkinliğe rağmen aramızdaki ilişkiyi resmi çerçevede sürdürmüştük. Aynı yere üye idik, meslektaştık ve aynı endişeleri paylaşıyorduk. Suriye rejimine, rejimin tüm gruplarına ve çerçevelerine muhalif konumdaki siyasi duruşunu çok iyi biliyordum. Üyesi olduğu Arap Yazarlar Birliği dahil olmak üzere. Suriye’de siyasi alandaki deneyimimden Hayri’ninki gibi, hatta daha katı bir tutum takınanlardan haberdardım. Tamamen tesadüfi bir şekilde öğrendim ki, gücünün zirvesindeki Suriye rejimine karşı aleni ve müsamahasız bir şekilde muhalefet edebilecek kişiler vardı, Hayri de onlardan biriydi. Ancak rejim, insanları ölüme, suikasta, hatta ölümden de beterine, işkence odalarından birinde sonsuza kadar ortadan kaybolmaya yaklaştıran tehlikeli sınırların kıyısındaydı.

Mayıs 1992’de Arap Edebiyatçılar ve Yazarlar Genel Birliği'nin konferansına katılmak için birlikte Ürdün’ün başkenti Amman’a gidecektik. O Suriye heyetinde, ben ise Filistin heyetindeydim. Göç ve Pasaport Daire’sinden zorunlu seyahat izni almamız gerekiyordu. Ancak kendimizi Şam Bölge Şube’si tarafından güvenlik önlemleri için aranırken bulduk. Bu şubenin kötü bir namı vardı. Arap Yazarlar Birliği Başkanı Ali Ukla Arsan’ın ofisinde durumdan şikayetlendik ve bu yönde kesin bir çözüme ulaşılması talebinde bulunduk. Ancak şube müdürü Tümgeneral Hişam Bahtiyar, Hayri’yi arayarak ofise gitmemiz gerektiğini bildirdi. Nitekim o gün Hayri ez-Zehebi, daha şubenin kapısına vardığımız andan itibaren tüm sembolleri ve kurumlarıyla, gelmişi ve geçmişiyle Suriye rejimine yüksek sesle hakaret etmekten bir an olsun vazgeçmemişti. Tir tir titrediğimi hatırlıyorum. Zirâ bu tür şubelerde fısıldamak dahi yasaktı. O korkunç binadan hiçbir gücün bizi sağ çıkaramayacağına o kadar emindim ki. Ancak gariptir ki o gün mucizevi bir şekilde hayatta kaldık. Bunun asıl nedeni, bilhassa 1987’de çıkardığı “Hasibe” adlı romanının ardından o dönem edebiyat hayatının zirvesindeki Hayri ez-Zehebi’nin güçlü duruşunun ürkütücülüğünden başka bir şey değildi.

2014 yılı sonrasında, gurbetteki Suriyelerin bir araya geldiği Dubai şehrinde de birlikte zaman geçirdik. Her şeylerini geride bırakan biz mülteciler burada yıllarca bir arada yaşadık. Buradaki yaşamımız bile bizim için değil, çocuklarımız, torunlarımız içindi. İkimiz de Şam’ı, anılarımızı, dostlarımızı ardımızda bırakmıştık. Nitekim Suriye'nin başına gelecek felaketi öngörenler, vatanlarını bir kenara bırakarak kendilerine yaşayacak başka bir ülke seçmişti. Kader bizi Dubai’nin ‘Hadaik’ (bahçeler) adlı semtinde bir araya getirmişti. Sıralı evlerin bulunduğu bu bölgede bir de Ibn Battuta Mall adlı fevkalade güzellikte, kendinizi zaman makinesine girmiş gibi hissedeceğiniz bir alışveriş merkezi vardı. Hadoota Masreya Cafe en sevdiğim mekanlardan biriydi, zirâ Şam’daki Hicaz Cafe’ye benziyordu. O zamanlar Hayri ez-Zehebi ile birlikte çok kez oturduk, çok şey konuştuk. Bazen içinde bir sıkıntı olduğunu hissettirirdi. 70’li yıllardaki zorunlu askerlik hizmetinden bahseder, 300 gün boyunca İsrail esaretinde geçirdiği zorlu günleri, Yermük Kampı’nı, bu ikonik kampın ‘Filistin diasporasının başkentinden’ ‘Arap viranesi başkentine’ dönüşmesine yol açan gerçekleri anlatırdı. Birbirimize anlattıklarımız, gece vakti herkes uyuduğunda yazıya dökeceklerimizdi sanki. Anılardaki zulmün bir kısmını kağıda aktarır, ruhumuzu hayal kırıklıklarından bu şekilde arındırırdık.

Bu arada İbn Battuta aynı zamanda Arap dünyasında en iyi seyahat edebiyatı yazılarına verilen prestijli bir ödüle verilen isimdir. Ödülün kapsadığı çeşitli kategorilere son birkaç yıldır günlükler de dahil edilmiştir. Hayri ez-Zehebi ile denk geldiğimiz bir diğer tesadüf ise ikimizin de günlük dalında İbn Battuta Ödülü’ne layık görülmesiydi. Zehebi 2019 yılında “Şam’dan Hayfa’ya, İsrail’de 300 Gün” kitabı ile, ben ise 2022 yılında “Çimento’dan Çadır/Fotoğraflar, Hikayeler ve Günlükler” kitabım ile bu ödüle layık görüldük. O’nun kitabı, benim kitabım ve yazılan tüm kitaplar, hatta henüz yazılmamış olanlar bir araya geldiğinde bir Suriye mozaiği oluşturacaklar!

Kendisi Paris’e gidip orada vefat etmeden önce Dubai’deki o yürüyüşlerimizi, ettiğimiz muhabbetleri, hararetli tartışmalarımızın ardından yorulduğumuzda durup binaların merdivenlerinde soluklanmalarımızı özlemle anımsıyorum. Belki de daha çok bir araya gelmeliydik. Suriyelilerin başına gelen bu Nekbe’de yürümekten, koşmaktan, yazmaktan başka dünyalık zevkimiz kalmış mıydı ki? Artık bunlar da geçmişte birer hatıra olarak kaldı. Şimdi geçmişin sayfalarını kayalardan arkeolojik buluntu çıkarmaya çalışan biri gibi nezaketle, hoşgörü ile açacağız. Hoyrat davranırsak zarar görebilir, daha da eskilere gitmemiz gerekebilir. Olabildiğince eskiye. 1946’da doğduğu el-Kanavat Mahallesi’ne mesela. Ondan dört sene sonra ise ben Şam’daki el-Meydan Mahallesi’nde doğmuştum.

***

Ardından yokluklarımızdaydık. Yoklukta iken aylar geçiyor, birbirimizi göremiyorduk. Fırsatlara güveniyorduk: Bu gezintide Hayri’yi göremezsem, belki diğer gün görürüm. Günlere ve günlerin bereketine güvendik. Sanki dizginler yalnızca bizim elimizdeydi. Hayat tecrübelerinin yerle bir ettiği bizler, bu skandal yalana niçin inandık? İşte bir yarın daha geliyor, peki yolculuklarımız için ne yapıyoruz? Onları kim miras alacak?