Azmi Özcan: Sömürgecilik Kendini Hiç Durmadan Yeniliyor
Söyleşi: Selahattin Valeli
Sömürgelerinde milyonlarca insanın ölmesi Batılıları rahatsız etmemişti, çünkü arka planda zihnî meşrulaştırma araçları geliştirmişlerdi
Günümüzde sömürgeciliğin yerini alan küreselleşme için dünya ölçeğinde hukuki bir zemin oluşturuldu
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye İslam dünyasındaki hak ve iddialarından vazgeçmek zorunda bırakıldı
Hocam bir kavram olarak sömürgeciliğin fikri alt yapısından başlasak kısaca. Yakamızı bırakmayan “Sömürge Sistemi’nin alt yapısı nasıl hazırlandı? O kötü hikâye nasıl başladı?
Sömürgecilik genel bir kavram, ama bu sömürgecilik kavramının dünyanın değişik bölgelerinde uygulanış şekilleri farklı. Endonezya’da, Çin’de, Hindistan’da, Afrika’da, Güney Amerika’da farklı ve her bir fark doğrudan doğruya oralara hâkim bulunan sömürgeci Avrupa dünyasının kendi geleneğiyle alakalı olduğu kadar sömürge haline getirilen topraklardaki dokuyla da alakalı, bu insanları nasıl çözebilirim sorusuyla da alakalı. O yüzden bir genel geçer sömürgecilik yok. Biz genellikle siyasî ve ekonomik konulardaki sömürgecilik üzerinde yoğunlaşıyor, meselenin diğer boyutlarını ihmal ediyoruz. Oysa siyasî ve ekonomik sömürgeciliğin dışında zihniyet sömürgeciliği üzerinde de durmakta fayda var
Sömürgenin anahtar kavramları nelerdir hocam. Ya da şöyle sömürgecilik bir zihniyet midir ve sömürgecilik ne tür felsefe ve ideolojilerle desteklenmiştir? Sömürgecilik genellikle savaş ve ekonomi bağlamında düşünülür çünkü…
Sömürgeciler kendi çıkarları için gerekirse dünyanın yanmasına hayıflanmayacak bir zihniyetle yetişiyorlar. Bu bir kasıt değil, bu bir süreç. Geçmişte sömürge haline getirdikleri ülkelerde milyonlarca insanın çeşitli sebeplerle ölmeleri onları insanî anlamda rahatsız etmemiş, çünkü arka planda zihnî meşrulaştırma araçlarını geliştirmişler. Bunlardan birkaç tanesini hatırlayalım. Örneğin, Sanayi Devrimi’yle birlikte teknolojik, askerî ve diğer alanlarda sağladıkları üstünlükleri dinlerine hamlederek, “çünkü bizim dinimiz daha üstün”, ırklarına hamlederek, “çünkü bizim ırkımız daha üstün”, kültürlerine hamlederek, “çünkü biz yüksek kültürlüyüz. O yüzden bu olup bitene hakkımız var, çünkü doğada ancak güçlü olanların yaşayabileceği bir sistem geçerli” demişlerdir. Biyolojik Darwinizm’in tarihe ve topluma uygulanışı böyle bir şeydir. Biyolojik âlemde ancak güçlü olanın yaşaması, beklenen ve anlaşılabilir bir şeyse, insanî düzlemde de güçlü insanların ve güçlü toplumların başkalarının üzerinde bir hayat sürmeleri doğaldır ve haklarıdır. Bakın, bu bütün makyaja rağmen, bütün insan hakları söylemlerine rağmen, bütün demokrasi söylemlerine rağmen günümüzde de bütün acımasızlığıyla geçerliliğini koruyan bir zihniyettir. O yüzden 19. yüzyılda Darwinizm, Natüralizm, Pozitivizm ve Rasizm (Irkçılık) gibi ideolojik akımların ortaya çıkması tesadüf değil. Bütün bunlar 19. yüzyılın eserleridir. Aşağı yukarı bütün ansiklopedilere bakın, 19. yüzyıl bu zihnî arka planı geliştirirken aynı zamanda da bunların pratik bir uygulaması olan doğrudan doğruya başkalarına ait her türlü kaynakların zorla gasp edilmesini de meşru kılan bir zemini hazırlamıştır. Bunu vurgulamakta fayda var, çünkü özellikle gençler kendi duygusal dünyalarında; bütün dünyayı 500 sene yönetmişiz, İngilizler falanca yeri 50 sene yönettiler, ama herkes İngilizce konuşuyor, biz filanca yerde 500 sene kalmışız, niye oraya Türkçe öğretmemişiz, niye onu öyle yapmamışız, niye bunu böyle yapmamışız.” diye hayıflanıyorlar. Bu noktada biraz düşünmek lazım. “Başkalarına hâkim olmak için mi yaşıyoruz? Başkalarının kaynaklarını, değerlerini değiştirmek için mi yaşıyoruz? Başkalarının imkânlarını sömürmek için mi yaşıyoruz, onun için mi varız bu âlemde?” gibi sorularla yüzleşip de vicdanımızla baş başa kaldığımızda gençlerin hayıflandığı bu meselenin aksine hayıflanılacak bir şey değil aksine onur duyulacak bir erdem olduğunu görürüz.
Sömürgecilik tarihi boyunca hâkim devletlerin uyguladığı emperyalist stratejiler ve bu stratejilerin nasıl şekillendiği hakkında neler söylersiniz?
Sömürge mekanizması sürekli kendini yenileyen ve geleceğini bütün ayrıntılarıyla önceden tasarlayan bir yeteneğe sahip. Üzerinde konuştuğumuz şey Fizik, Kimya, Matematik değil. Bu bilimlerde sizden önce hiç kimsenin keşfetmediği yeni bir icat yapabilirsiniz. Ama ne yazık ki insanla, tarihle ve diplomasiyle ilgili patentler konusunda bu kadar şanslı olunamıyor. İnsanlık tecrübesini iyi yorumlarsak hem gelecek konusunda muhtemel tespitler yapabilir, hem de mevcut durumu gerçeğe yakın değerlendirebiliriz. Benim çıkardığım sonuç şöyle bir şey: Batı'nın, Doğu üzerindeki hegemonyası sabit ve mutlak değil, sürekli yenilenmek, sürekli model değiştirmek zorunda ki, mevcut modele karşı tepkinin ya da bağışıklığın gelişmesiyle çıkarların tehlikeye girmesi durumunda bir başka programa geçerek bu düzeni devam ettirebilsin. Sömürgecilik ve emperyalizmin Doğu'yla ilişkisi de aşağı yukarı böyle. Çok net olmamakla birlikte 40-50'şer senelik dilimler halinde programlar ve modeller değişiyor. Ama egemen devletlerdeki beyinler bu 40-50 yıllık dönem içerisinde bir sonraki dönemin programları üzerinde sürekli çalışıyorlar. Diyorlar ki; bu model mutlaka eskiyecek, bu model eskidiği zaman açıkta kalmamak için uygulanacak başka bir model, başka bir politika geliştirmemiz lazım. Bu süreçleri düşünce kuruluşları, hariciyeciler, üniversiteler vs. gibi kuruluşlar şekillendiriyor. Yani mevcut model eskidiği zaman yerine uygulanacak yeni model geliştirme çabası. Bu söylediklerim, bizde kültürü dahi olmayan bir dünya vizyonu.
Sömürgeciliğin sürekli kendini yenileyen kolektif bir süreç olduğunu söylüyorsunuz? Peki, bu süreç günümüzde hangi sembol ve araçları kullanıyor?
Sömürgeciliğin günümüzdeki sembol ve araçları aslında çok da yabancı olduğumuz şeyler değil. Şöyle ki; günümüzde dünya kaynaklarının kabaca %80'ini dünya nüfusunun %20'si kullanabiliyor, ki bu aşağı yukarı son birkaç yüzyıldır böyle gidiyor. Peki, bu duruma nasıl gelindi? Önce şirketlerin marifetiyle bu süreci başlattılar. Şirketler modeli eskidiği zaman bu defa şirketleri devletleştirdiler, yani doğrudan sömürge haline getirdiler. Sömürge modeli yorulunca bu defa yerli işbirlikçilere taşeronluk verdiler. Yerli işbirlikçiler modeli de eskiyince bu defa tekrar şirketleşme modeline döndüler. Farkındaysanız sürekli dönüşen ve çok zaman bir daire çizen bir modelden bahsediyoruz. Tabii şimdilerde bu modelin adına küreselleşme deniyor. Küreselleşmenin gerçekleşebilmesi için gerekli olan olmazsa olmaz gelişmeler tabii ki bir çırpıda hazırlanmadı. Meselâ ne yapıldı? Dünya ölçeğinde bir hukuki zemin oluşturuldu ilk önce. Bu zemin, bazen Birleşmiş Milletler'le oluyor, bazen benzeri başka uluslararası kuruluşlarla oluyor. Farkındaysanız bu hukuki zemin aynı zamanda süreci yöneten devletlere dilediği yere müdahale yetkisini de veriyor. Müdahale yetkisini meşru kılabilmek için de hiç kimsenin itiraz edemeyeceği birtakım değerlere ihtiyacınız var. Şimdi mesela, Birleşmiş Milletler'in son 10 yıl içerisinde Afganistan, Irak ve Libya'ya müdahale yetkisi veren kararlarına bakınız; İnsan hakları, can ve mal emniyeti gibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği değerler. Bugün bu topraklarda; -Haçlı Seferleri diyorlar ya- Haçlı Seferleri sırasındaki yabancıların en az 20 katı Avrupalı bulunuyor. Bunca insanın bir zamanlar kılıçlar, süngüler ve toplarla geldiği bu topraklar şimdilerde insanlığın itiraz edemeyeceği (!) değerleri kullanarak gelen Avrupalılarla dolu. Yani insan haklarına kim itiraz edebilir, demokrasiye kim itiraz edebilir, can ve mal güvenliğine kim itiraz edebilir? Ama mesele bu değerlerin samimi olup olmadığını görebilmek ve samimi olmaması durumunda akıbeti bilebilmekte.
Ortadoğu bütün dinlere beşiklik etmiş her bakımdan stratejik bir coğrafya. Ülkemizde de sömürü faaliyeti ve düşman tanımı genellikle dine olan müdahale üzerinden algılanıyor. Yeni ve güncel formda misyonerlik faaliyetleri hala devam ediyor mu? Kısacası Ortadoğu, din ve sömürgecilik noktasında neler söylersiniz?
Ortadoğu söz konusu olduğu zaman havada bir kuş uçsa acaba bu kuş neden uçtu sorusunu sorarken müracaat edeceğimiz üç temel referans alanı var. Birincisi; “Acaba bu kuşun uçmasının dinlerle ilgisi var mı?” Çünkü dünya üzerinde hegemonya mücadelesi veren bütün dinler Ortadoğu’dan neşet etmiştir. Sayısal anlamda kalabalık olan Budizm ve Hinduizm de vardır. Ama mahallî olan bu dinlerin böyle bir iddiası yoktur. Ama Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet söz konusu olunca dünyaya ait iddiaları vardır ve üçü de buradan neşet etmiştir. Her üçünün de milyonlarca müntesibi vardır. Dolayısıyla yeryüzünde bu dinler olduğu sürece bütün dünyayı ihtiva eden iddialar taşımaya devam edeceklerdir. İkincisi; “Acaba enerjiyle bir ilgisi var mı kuş uçmasının?” Çünkü yeryüzündeki enerji kaynaklarının, hem de kıymetli ve çıkarma maliyeti az olan enerji kaynaklarının büyük bir kısmı yine Ortadoğu’da bulunuyor veya burası geçiş bölgesi. Üçüncüsü de; “Stratejiyle ilgisi var mı?” Çünkü tarih boyunca bu coğrafyaya hâkim olan güç, kendi döneminde bütün dünyaya hâkim olmuştur. Örneğin; Roma, Sasaniler, Büyük İskender, Selçuklular, Bizans, Osmanlı, sonra İngiltere, sonra Amerika… Her kim ki Ortadoğu’ya hâkim oluyor, dünyaya hâkim oluyor. Bu devletlerden bazıları güçlerini besleyecek düşünce sistemleri geliştiremedikleri için buralarda kısa süreli izler bırakıyorlar. (Mesela Büyük İskender’de olduğu gibi) Ama Selçuklular ve Osmanlılar gibi bazıları bölgenin dokularına nüfuz ederek asırlar boyunca yaşamaya devam ediyorlar, etmişler. Bu çerçevede sömürgecilerin yaptığı bir tespit var. Mademki Ortadoğu’da birliği tesis eden, Ortadoğu’yu bir şekilde birleştiren güçler dünyaya hâkim oluyor, eğer biz bunu yapamıyorsak bizden başkasının da bunu yapmasına izin vermemeliyiz. Neredeyse 100 yıldır bu coğrafyada olup bitenler böyle; mademki bize yaramıyor, bizden başkasına da yaramasın.
Önceki konuşmalarınızda Türkiye'nin sömürgecilik düzeninin sona ermesindeki öneminden bahsetmiştiniz. Yani Türkiye, özellikle diğer Müslüman ülkeler nazarında bir kurtuluşu temsil ediyor, sembolik bir önemi var. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?
Çünkü bu coğrafya 500 yılı aşkın bir süre size emanet edilmiş. Dolayısıyla bu coğrafyadaki her şeyin faturası bize kesilecek, bunu unutmayın. Biliyor musunuz Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti'ne dayatılan şartlardan birisi İslam dünyasındaki bütün hak ve iddialarından vazgeçmesiydi. Bakınız, hak ve iddialarından vazgeçmesi, çünkü masanın karşı tarafına geçin, sizin projeksiyonunuza tehdit oluşturabilecek en güçlü potansiyel sadece burada var. Çok doğaldır ki siz bu potansiyeli yok etmek istersiniz. Zaten Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu yapılanmasında, öyle casuslukla falan öğrenilen şeyler değil, açıkça konuşuyorlar müzakerelerde. Diyorlar ki; "Tarihimize karabasan gibi çöken bir devleti, bir milleti yok etmek için ilk defa elimize fırsat geçti! O zaman hem tarihin hesabını soralım hem de geleceğin teminatını oluşturalım." diyorlar.
Ayrıca Türkiye'nin bölgemizle herhangi bir kan davası yok. Bunun altını çok kalın olarak çizmemiz lazım. Ecdadımız, Moğol istilasının maddî ve manevî bütün değerlerini tarihten silmek üzere olduğu bir dönemde bu toprakları sırtlamış ve bilâhare dünyanın en muhteşem medeniyetine merkez yapmış. Bunu yaparken de bölgede mukim hiçbir halkla kan davası oluşturacak bir politika uygulamamış. Yani Arapların, Kürtlerin topraklarını, Kuzey Afrika'yı savaşla almamış. Zaten Kürtlerin büyük çoğunluğu Türklerle birlikte geldi. Yani bu coğrafyada bulunan Türklerin, Kürtlerin, Arapların birbirleriyle kanlı savaşları yok. Bu kan davası olmaması elbette insanların tabii bir şekilde bir araya gelmelerine ve arada bir de iman ve kültür birliği olunca ortak tehdide karşı enerjilerini birleştirmelerine zemin hazırlıyor. Eğer Türkiye ve bölge halkı bu enerjilerini, zafiyetlerini tamir için kullanır ve dünyaya daha enerjik bir vizyon sunabilirlerse öyle tahmin ediyorum sömürgeciliğin bütün hesapları hesap olarak kalacak. Yine tarihî bir kırılmayı belki bizim nesil müşahede etmezse bile, bizden sonraki nesiller müşahede edebilecekler.
Bir de dijital Sömürgecilik diye yeni bir tanım var. Dijital sömürgecilik bir toplumu nasıl tehdit eder?
Gerçek şu ki, dilimizle farklı söylesek de uygulamamızla farklı bir tavır sergiliyoruz uzun zamandır. İşte o da sömürgeciliğin belki de en tehditli çözümlemesi. Şunu unutmayalım: Herkes ölür, herkes ölecek, fakat herkes yaşamış sayılmaz. Bu sırrı kendimiz ya da çocuklarımıza mutlaka taşımak zorundayız. Eğer yaşamış olmak istiyorsak bu coğrafya üzerindeki planları, projeleri tespit edip, kendi köklerimizden beslenen bir hayat tarzını yeniden inşa etmeliyiz. Mutlaka kendi tarihî köklerimizden, kültürel köklerimizden beslenen bir hayat tarzı inşa etmeliyiz ve mutlaka kendi bilim ve teknolojimizi üretmeliyiz. İkisi birbirinden ayrı ve bağımsız olmaz. Bilim ve teknolojiden yoksun kültür ve medeniyet aciz, kültür ve medeniyetten yoksun bilim ve teknoloji ise çoğu kere zalimdir. Milyonlarca insan üzerine bombalar yağdıranlar bunlardır. Eğer bu topraklardan yeni bir nefes bekleniyorsa, bu ikisini beraber götürmek zorundayız. Biz sömürgecilik girdabına yüz yıldır dayanabiliyorsak demek ki hâlâ bir umut, bir imkân barındırıyoruz demektir