Araplar ve Türkler: Birbirlerini Tanımalarındaki En Önemli Tezahürler
Dr. Muhammed Taceddin et-Tibi / Cezayir

Araplar ve Türkler arasındaki ilişki, İslam aracılığıyla tanışmaları ile birçok dahili ve harici teşebbüse rağmen dağılmamaları nedeniyle tarihin derinliklerine kadar uzanır. Bu makale ise, aralarındaki çok yönlü ilişkinin kökenini açıklamaktadır.

Doğu ve batıda Portekizliler ile İspanyollara karşı direnen Osmanlı, kutsal toprakları ve Haremeyn'i korumuş; Araplar da asker ve komutanlarıyla birlikte onlara katılmıştı. Bu durum asırlar boyu devam etmiş; bizler ne Araplardan ne de Türklerden milliyetçilik narası duymamıştık.

Araplar Türklerin, Türkler de aynı şekilde Arapların komşuluğundan yararlanmış, hatta daha uzaktaki Arap ve İslam ülkeleri dahi Türklerin gösterdiği ilgiden istifade etmiştir. Diğer yandan aralarındaki bariz fark, Türklerin kararlarını özgürce verişi, Arapların ise karar mekanizmalarında despotizme ve işgalciliğe bağlı oluşudur.

Araplar ile Türkler arasındaki ilişki, Türkler'e nebevi bir selam niteliğindeki şu Hadis-i Şerif ile yoluna girmeye başlamıştı: "Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın."  Nitekim dünya halkları arasında barış yanlısı olduklarının göstergesi, işgalci ve saldırgan olan Romalılar ile Persler'e karşı savaşmalarıydı.  İslamın yeryüzünde yayılmasıyla Türkler de İslam'ı kabul ederek hizmetine girmişlerdi.  Ardından Abbasi halifeleri Türklere güven duymuş, devletin temeli haline gelinceye dek Türkleri kendilerine yakın tutmuşlardı. Devletin zayıflamasıyla beraber, ümmeti savunmak için birlikte silah üretmeleri üzerine halifelik eski gücüne kavuşmuştu. İslam ümmeti, Türkler kadar İslam'a sadık, onu savunan ve uğruna darbeler alan bir başka halk (Araplar dışında) tanımamıştı.  Selçuklular, Zengiler, Memlükler, Osmanlılar ve İslam'a mahir bir şekilde hizmet eden diğer Türk kollarından her biri, tarihin parlak sayfalarında yerini korur. Zaman geçtikçe diğer tüm İslam halkları gibi, Araplar ile Türkler arasındaki birlik ve beraberliğe, İslam'ın kutsallığı ve ona duyulan büyük bağlılık da eşlik etti.  Arap kabileleri arasındaki ilk İslami çağrının ortaya çıkması ve İslam devletleri arasında yayılması gibi bu ilişki de Allah’ın takdiri ile kurulduğundan, ne bir bölünme ne de ayrışma yaşanmıştı.  Batı'nın, Osmanlı hilafeti çöküşü öncesi ve sonrasında milliyetçi duyguları uyandırıp körüklemek dışında, Arapları Türklerden ayırmayı -geçici olarak- başaramaması da bu durumun kanıtı niteliğindeydi. Nitekim Batı, daha ölümcül bir silah olan "ırkçılık silahı"nı keşfetti.

İlk Selçuklu sultanlarından Sultan Abdülhamid dönemine kadar Türkler; milliyetçiliği reddederek ümmetin birliğini savunma konusunda Araplardan daha ısrarcıydı. Abbasi hilafetini ve ardından Osmanlı bayrağı altında İslam Birliği fikrini savunmak, ümmetin eşsiz bir projesiydi.  Bir Türk sultanı olan Nureddin Mahmud Zengi, Abbasi hilafetine en düşkün insan olarak yazılmıştı tarihe; öyle ki Mısır'daki yardımcısı Selahaddin Eyyubi'den, Fatımiler adına okunan hutbenin artık derhal Abbasiler adına okunmasını talep etmişti. Nitekim zamanla herkes İslam sancağı altında yürür oldu. Devletin değişim ve dönüşüm kanununu uygulayacak olan Türklerdi; kader Bizanslılara, Haçlılara ve Moğollara karşı direnme hususunda onları seçmişti. Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırıp Konstantiniyye'yi fethederek peygamberin müjdesine nail olduklarında ise tarihin akışını değiştirmek Osmanlıların elindeydi. Ardından Memlük Türkleri ise Moğol saldırılarına karşı savaşıp Haçlıları Şam'dan tamamen def etti.  Şair Şehabeddin Mahmud, Sultan Eşref'in Akka'yı fethedip kıyıları Haçlılardan temizlemesi ardından şöyle haykırmıştı:

Hamdolsun, Haçlı Devleti zelil oldu
Arap Mustafa'nın dini, Türkle şan buldu

Doğu ve batıda Portekizliler ile İspanyollara karşı direnen Osmanlı, kutsal toprakları ve Haremeyn'i korumuş; Araplar da asker ve komutanlarıyla birlikte onlara katılmıştı. Bu durum asırlar boyu devam etmiş; bizler ne Araplardan ne de Türklerden milliyetçilik narası duymamıştık. Osmanlı hilafetinin son dönemlerinde, önemli sayıda Arap komutanlar, asilzadeler ve ileri gelenler bulunmuş; bunlardan bazıları sadrazamlık makamına dahi gelmişti. İşte o zaman, provokasyoncular yavaş yavaş ilerleyerek Arapların hilafette hak sahibi olduğu şüphesini uyandırdılar. Eğer Allah'ın takdiri bu şekilde olmasaydı hilafet, eski heybetini kazanmak üzereydi.  Bu çabalar, meyvelerini vermemiş olsa da, 19. yüzyılda Batı’nın işgal hareketiyle birlikte gelen tefrika projelerine karşı bir direnişti. Tarih, Türkler zayıflamadıkça Arapların zayıflamadığını ve Osmanlıların güç sahibi olduğu zamanlarda Arapların da güçlü olduğunu kanıtlamıştı. Ardından ırkçılık ve milliyetçilikle donanmış işgalciler gelerek İslam ümmetini feci bir bozguna uğrattı. İlahi kanunların bunun yanlış olduğunu göstermesiyle birlikte, Araplar ile Türkler arasındaki bağ kısa sürede yeniden kuruldu.

Tarihin gerçekleri tecelli etmeye başlamış; ümmetin tefrika illetinin kurbanı olduğu, Araplar ile Türkler bir araya geldiklerinde ümmeti muzaffer kıldıklarını tarihe kanıtlamaları sebebiyle bu tefrikaya en fazla maruz kalanlardan oldukları, bir bir ortaya çıkmıştı.  Zirâ bunu çok iyi bilen azılı düşman, iki halk arasındaki dostluğu bozmak için ümmetin hem içine hem de dışına fitne tohumları ekmişti.  Nitekim 21. yüzyılın başlarında, yeni bir bölgesel duruma geçilmişti. Araplar Türklerin, Türkler de aynı şekilde Arapların komşuluğundan yararlanmış, hatta daha uzaktaki Arap ve İslam ülkeleri dahi Türklerin gösterdiği ilgiden istifade etmiştir. Diğer yandan aralarındaki bariz fark, Türklerin kararlarını özgürce verişi, Arapların ise karar mekanizmalarında despotizme ve işgalciliğe bağlı oluşudur.

Buna rağmen bu iki halk, ilişkileri için bir imkan bulmuş; Türkiye, yok olan rejimlere ve liderlere değil, geride kalan halklara bakmıştır.  Türkiye'nin yatırımcıları kabul ettiği gibi diktatör rejimden kaçan Arap göçmenleri de karşılaması, bunun delillerindendir.  Bizzat insanı bir yatırım olarak görmesi de, Türk liderliğinin pratik zekasından kaynaklanır.  Eski Batı işgali ve beraberinde siyonizm, temsilcileri aracılığıyla milliyetçilik ve tefrikacılığa geri dönmüştü; şimdi de Batılı ve siyonist projelerde felaketle sonuçlanacak herhangi bir Türk-Arap yakınlaşmasını önlemek için fahiş bedeller ödüyor. Türkler ile Arapların tarihsel bağlamı göz önüne alındığında, 20. yüzyılın başlarında bir başarı görülse de, 21. yüzyılın başındaki tarihsel bağlam tam tersi bir etkiyi öngörüyor. Nitekim Türkiye şu anda bir yükseliş yaşarken, huzursuzluk içerisinde ayaklanan Araplar ise, diktatör boyunduruğundan kurtulmak için çok ağır bedeller ödüyor. 2010'lu yıllarla birlikte Araplar ile Türkler arasındaki yakınlaşmanın artmasıyla, ortak köklere ve bağlara daha fazla ilgi duyuldu; milliyetçilik ve cahiliye naralarından kaynaklı ayrışmalar yaşanmadı. Ümmeti büyük zorluklar beklediği için bundan sonra mühim olan; Türklerin, Arapların ve geri kalan ümmetin gelecek günlere dikkat etmesi gerektiğidir. İkincil talepler ertelenmeli, önemsiz olanlar rafa kaldırılmalı, tarih ve coğrafyanın tamamına hitap eden büyük talepler ile tarihteki büyük dönüşümü öngören tüm yetkinliklere odaklanılmalıdır. Tüm bunlar, İslam ümmetinin ön saflara ve liderliğe geri dönüşüyle olacaktır.