Aramızdaki Ortaklık Osmanlı Döneminde Değil, İslam’ın İlk Yıllarında Başladı
TAHA KILINÇ – MÜŞTEREK Dergisi , Say 1, Söyleşi Soruları
Söyleşiyi yapan: SAMED KARATAŞ
Taha Kılınç ile “Bir asır evvel birlikte yaşadığımız Suriyeli mültecilerin Türkiye’deki durumu, Orta Doğu halklarıyla, Türkiye’nin kadim ve güncel bağlarını, Türkiye’nin bölgesel etkileri” konuları çerçevesinde bir söyleşi gerçekleştirdik.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından araya çizilen sınırların giderek bütün bölgeye dar gelmesinin sebebi de bu devinim. Aramızdaki sınırları hiç bilmezdik, sunî hudutlarla kardeşlik ve muhabbet dizginlenmek istendi.
Günümüzde “İsrail düşmanlığı” perdesi altında, İran’ın kendi mezhepçi ajandasını uygulamaya geçirdiğine şahit oluyoruz
Elindeki muazzam ekonomik güce rağmen, Çin’in Ortadoğu’ya pazarlayabileceği bir dinî inancı veya kültürü yok.
1) Orta Doğu’da gerçekleşen olayları değerlendirme ve okuma çabaları hakkında sormak istiyorum. Tersinden sormak gerekirse, Orta Doğu neresinden okunmaz?
Öncelikle içinde yaşadığımız bir bölge olduğundan dolayı, kendimiz hadiselerin dışında bırakılarak okunmaz. Ortadoğu’yla ilgili konuşurken veya yazarken, oradaki bütün olumlu ve olumsuz şeylerin bizi de mutlaka ilgilendirdiğini düşünmek zorundayız. Bence bölgeye dair bütün hassasiyetlerimizin başlangıç noktası burası olmalı. Sonrasında, dil bilmeden okunmaz. Bölgede konuşulan dillerden en az birini bilmek zorundasınız, bunun başka çaresi yok ne yazık ki. Ortadoğu’yu sadece İngilizce veya Fransızca makaleler yoluyla takip ederseniz, yolun sonunda yerli bir oryantalist olup çıkma tehlikesi büyük. Üçüncü olarak da, Ortadoğu coğrafyası yalnızca günlük gelişmeler veya aktüel politika üzerinden okunmaz. Tarihî derinliğini, geçmişini ve bugüne kadarki serencâmını da mutlaka bilmek durumundasınız. Tarihte ne kadar geriye ve derine gidebilirseniz, bölgede yaşananların arka planını da o derecede iyi kavrarsınız.
2) Uzun zamandır orta doğu alanında çalışıyorsunuz. Bölgenin; siyasi, içtimai ve iktisadi yapısına hakimsiniz. Suriye özelinde, Suriyeliler ile Türklerin ortak tarihi açısından neler söyleyebilirsiniz? Suriye, ekserisi Arap olmasına rağmen, körfez ülkelerinden ziyade Türkiye’ye daha yakın bir içtimai yapı arz ediyor…
Estağfirullah, bölgenin herhangi bir noktasına “hâkim” olduğumu söyleyemem. Yıllardır, bir talebe gibi derinlemesine okumalarımı ve seyahatlerimi sürdürüyorum. Ölünceye kadar devam edecek bir çaba bu. Öncelikle bunu ifade etmeliyim. Sorunuzun cevabına gelirsek: Suriyelilerin veya genel anlamda Bilâdu’ş-Şâm dediğimiz tarihî bölge halkının Türkiye ile birçok yakınlıklar göstermesi, elbette coğrafî yakınlıktan kaynaklanıyor. Ortak tarihimiz, birçoklarının zannettiği gibi 1516-17’de Yavuz Sultan Selim’in Ortadoğu seferiyle başlamadı. İslâm’ın ilk yıllarından bu yana, Arap dünyasıyla aramızda çok güçlü organik bağlar buluna geldi. Hatta İslâm öncesi dönem için de bunu söylemek mümkündür. Bu topraklar, tarih boyunca bir atar damarda devinen kan dalgaları gibi birbirine doğru gidip geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından araya çizilen sınırların giderek bütün bölgeye dar gelmesinin sebebi de bu devinim. Aramızdaki sınırları hiç bilmezdik, sunî hudutlarla kardeşlik ve muhabbet dizginlenmek istendi.
3) Bu sorunun bağlamında resmi istatistikler dışında, büyük bir ilmi bir grup da Şam’dan ve Halep üzerinden Türkiye’ye giriş yaptı. Zaten bir tür mozaik halinde olan, Türk ilmi hayatımıza, olumlu anlamda yeni bir birikim daha katılıyor. Gelecek açısından bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben maalesef şu anda Türkiye’de misafir bulunan ilim adamlarından, akademisyenlerden veya sanat erbabından yeterince istifade edebildiğimiz kanaatinde değilim. Bazılarıyla şahsen de tanıştığım bu insanlar, Türkiye’de bulabildikleri şahsî kanallarla, bazı STK’lar üzerinden ya da kendi imkânlarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bir “devlet projesi” çerçevesinde profesyonel biçimde istihdam edilmeleri ve Türkiye’nin hangi alanlarda neye ihtiyacı varsa oraya yönlendirilmeleri en iyi seçenek olurdu doğrusu. İş biraz akışına bırakılınca, Suriyeli ilim adamları da kendi dar çevrelerine mecbur oldular bir anlamda. Yalnızca Arapça bilenlerin kendilerini izleyebildiği, sadece belli vakıf ve dernekler üzerinden onlara ulaşabilenlerin varlıklarından haberdar olduğu bir kısıtlama hali oluştu. Belki bundan sonra daha geniş kapsamlı çalışmalar ve kalıcı projeler üretilir diye ümit ediyorum. Çünkü muazzam bir potansiyel var.
4) Toplum olarak, kendi esaslarımızdan, çağın da bizi bıraktığı mecburiyetlerle uzaklaşmaya başladık. Bunun yanında, Suriye’den buraya, çocuk denilebilecek yaşlarda çok sayıda insan geldi. Bu kişiler, Şam’ın veya Halep’in kültürüyle büyümediler. Savaş ve kaos bu insanların eğitimlerini ve örfi adetlerini etkiledi. Aynı şekilde Türkiye içerisinde de Türk kültürünün kaotik bir sürece girdiğini söyleyebiliriz. Bu iki, özden uzak içtimai yapı, Türkiye içerisinde nasıl sağlıklı bir şekilde bütünleşebilir. Nasıl bir müştereklik bizi bekliyor?
Devlet ve millet olarak, Suriyeli mültecileri ağırlamak konusunda iyi bir sınav verdiğimize inanıyorum. Bazı ufak-tefek sürtüşmeler her zaman ve her yerde olur. Genel anlamda, kardeşlerimize kucak açtık ve onlara şehirlerimizde başköşeyi gösterdik. Fakat eksik bıraktığımız bir nokta oldu: Bu insanların sosyal entegrasyonunun ayrıntılarına fazla inmedik. Suriyelilerin “zaten bir gün gidecekler”ini düşündük ve bu noktayı maalesef ağırdan aldık. Hâlâ bir “göç bakanlığı”nın kurulmaması, gerçekten düşündürücüdür. Türkiye gibi kelimenin tam anlamıyla “köprü” olan bir ülkede, topraklarımızdan gelip geçen mültecilerin durumlarıyla ilgilenecek müstakil bir bakanlığın olmaması akıl alır bir durum değildir. Hal böyle olunca, Suriyelileri kendi toplumumuza intibak ettiremedik. İstanbul ve diğer şehirlerimizde Arap gettoları oluştu. Birçok yerde oraların çok eski sakinleri başka yerlere göç ederek yerlerini Araplara bırakmak zorunda kaldı. Araplar kendi kültürleriyle, yemekleriyle, baharat kokularıyla İstanbul ve diğer şehirlerimizde kendi semtlerini tesis ettiler. Kendi aralarında ve birbiriyle yaşayan Araplar, ihtiyaçlarını bu şekilde rahatça karşılayabilir hale gelince, Türkçe öğrenmeye de gerek duymadılar. Dahası Türklerin geleneklerini, hassasiyetlerini veya bazı konularda rahatsızlık duydukları şeyleri de öğrenmeye ihtiyaç hissetmediler. Uzun yıllardır Türkiye’de yaşadığı halde, iki kelime Türkçe bilmeden kendi gettolarında yaşamlarını sürdüren ve misafir oldukları ülkeyle fiilî bağları tamamen kopuk bir Arap nüfus ortaya çıktı. Ben bu durumu birçok açıdan mahzurlu olarak görüyorum. Bizim milletimizde zaten var olan “yabancıya karşı önyargı” halinin, Arapların Türk toplumuna entegrasyonunun sağlanamaması nedeniyle daha da katlandığı ortada. İstanbul’da Fatih’in göbeğinde, dedelerden kalma bir evde yaşadığınızı; günün birinde apartmanınızda tek Türk aile olarak sizin kaldığınızı; dış kapıdan en yukarı kadar bütün binanın baharat kokusuyla dolduğunu; gece-gündüz gürültülü bir komşuculuğun başladığını; bina sakinlerinin tamamının kendi aralarında Arapça konuştuğunu filan hayal edin mesela. Bu manzaraya ancak “çok sağlam ümmetçi” olursanız katlanabilirsiniz. Bizim milletin ümmetçilik yüzdesi de malum. Ben Suriyeli kardeşlerimizde, bahsettiğim bu noktalarda yeterli özeni ve hassasiyeti göremiyorum. Ama bu onların da suçu değil. Devlet olarak bizim planlayacağımız bir şeydi bu. Planlamadık ve neticesi de böyle oldu.
5) Ve bunun yanında geride kalan Suriye… Suriyeli olmadan, Suriye’yi nerede görüyorsunuz? Büyük bir demografik değişim oldu. Mezhep anlamında ve siyasi anlamda farklılıklar gerçekleşti. Belki de çok uzun bir süre sonra ilk defa Şam’da Sünniliğin etkisini yitirdiğine şahitlik ediyoruz…
İslâm tarihinde Şiîliğin üçüncü büyük yükselişine tanıklık ediyoruz. Mısır merkezli Fâtımî İmparatorluğu (1000’ler) ve İran merkezi Safevîlerin (1500’ler) ardından, 1979’dan itibaren de bir ulus devlet olarak İran, yükselişin aktörleri. İran bugün Ortadoğu’da kadim Sünnî şehirlerini kontrolü altında tutuyor. Şam, Bağdat, Sanaa, Beyrut, Halep ve daha birçok şehir, yalnızca siyasî anlamda değil itikadî anlamda da dönüşüm geçirerek Şiîliğin kalelerine dönüştürülüyor. Bu açıdan baktığımızda, günümüzde “İsrail düşmanlığı” perdesi altında, İran’ın kendi mezhepçi ajandasını uygulamaya geçirdiğine şahit oluyoruz. İçinde yaşamadığımız için somut belirtilerini yakinen hissetmediğimiz bu süreç, bundan sonraki on yıllar boyunca Ortadoğu’da mezhep savaşlarının da kolay kolay sona ermeyeceğini gösteriyor. Çünkü Şiîlik, kendisine birinci düşman olarak Sünnîliği seçmiş durumda. Şiîliğin yükselişine karşın, Sünnîliğin güçlü müdafilerinin olmayışı da, bu dönemin bir diğer dikkat çekici özelliğini oluşturuyor.
6) Klasik düşman tahlillerimiz ve tanımlarımız arasından sıyrılan Çin konusunda neler düşünüyorsunuz? Henüz halk ve okuryazar nezdinde bütün teorilerin tüketilip yılgınlığa saplanmamış, taze bir mesela olarak dururken…
Estağfirullah, ehliyet konusunda sizinle aynı kanaatte değilim. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, ben bir talebe olarak görüyorum kendimi. Bütün gayretimle bölgeyi çalışmaya devam ediyorum. Sorunuzun cevabına gelince: Dünyanın merkezini teşkil eden Ortadoğu’da fiilen var olmadıkça, dünyada sözünü dinletebilmek mümkün değildir. Bu önemli gerçeği fark eden bütün ülkeler, şu anda fiilen Ortadoğu’da. Çin de bunlardan biri. Elindeki muazzam ekonomik güce rağmen, Çin’in Ortadoğu’ya pazarlayabileceği bir dinî inancı veya kültürü yok. Çin bölgemizde güçleniyor diye, günün birinde mutfaklarımızda fare pişirmeye başlamayacağız. Ama Amerikan kültürü, en içimizde yaşıyor bugün. Bu ince nokta, bize Ortadoğu’da hâkimiyet kurabilmek için Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’a mensubiyet mecburiyetini yeniden hatırlatıyor. Bu üç dinin dışındaki herhangi bir inancın Ortadoğu’daki tesiri konjonktürel olarak kalmaya mahkûmdur. Tarihte de böyle olmuştur, kıyamete kadar da böyle olacaktır.
7) Tam olarak anlayamadığımız bir kaosun içinde de buluyoruz kendimizi. Bir bakıyoruz Akdeniz bölgesi karışmış. Sabaha Karabağ ile uyanıyoruz vs… Türkiye’nin rolünü nasıl buluyorsunuz? Teknolojik, içtimai, iktisadi ve yardım eli anlamında…
Türkiye, bundan 20 yıl öncesine kadar, bölgesindeki hiçbir sıcak gelişmeye müdahil olmayan, herhangi bir konuda tepki vereceğinde Londra, Paris, Washington gibi Batı başkentlerine kulak kabartan, oralardan bir işaret almadan da adım atamayan bir ülkeydi. 2000’lerin başından itibaren ise artık daha aktif ve enerjik bir Türkiye var. Ancak on yılların ihmalinin getirdiği bazı yükleri de hâlâ omzumuzda taşıyoruz. Yetişmiş eleman ihtiyacımız hâlâ had safhada. Dikkatli ve ehem-mühim sırasını gözeten bir bakışla, bu ihtiyacın giderilmesine odaklanırsak, Türkiye’nin daha da güçleneceğine şüphe yok.